9 Kasım 2012 Cuma

Kitle İletişim Alanında Yaşanan Tarihi Adımlar ve Kitle İletişim Özgürlüğü

Kadriye AYDIN


1.BÖLÜM: İLETİŞİM TARİHİ VE KİTLE İLETİŞİM

Demokratik sistemlerde en önemli unsurlardan biri olan düşünce özgürlüğü, bireyin düşüncelerini herhangi bir baskı altında kalmadan paylaşabilmesi anlamını içermektedir. Birey, düşüncelerini istediği şekilde istediği kişiler ile paylaşabilmeli, yönetimin veya herhangi bir baskı organının, kendi geleceğine yönelik herhangi bir tehdit içermediğinden emin olmalıdır. Tek tek bireylerin veya bir topluluğun düşüncelerini yayma işlemi esnasında devreye kitle iletişim araçları girmektedir. İletişim için tarihin her döneminde onlarca farklı tanım yapılmıştır; ancak birçoğunun dayanak noktasında "diyalog kurma" [1]çabalarının varlığından söz edilmektedir. Kitle iletişimi ise kitle iletişim araçlarının yardımıyla bilgi ve haberlerin insan toplulukları tarafından aynı anda öğrenilmesinin sağlanmasıdır[2]. Kitle iletişim aracı dediğimizde aklımıza ilk olarak gazete gelmektedir. Gazetenin ilk kitle iletişim aracı olması bunun en önemli sebebidir. Daha sonrasında ise radyo, televizyon, internet sayılabilir. Kitle iletişim araçları sayesinde bireyler düşüncelerini geniş kitlelere duyurabilmekte ve böylelikle de bilgi dolaşımı sağlanmaktadır. Sağlanan bu bilgi dolaşımının saptırılmamış olması da bizim açımızdan önemlidir. Bu sebeple saptırılan bilgileri denetleyen bir bilgilenme sisteminin kurulması gereklidir. Düşünce özgürlüğünün en önemli basamağını oluşturan kitle iletişim araçları herhangi bir erkin elinde bulunmamalıdır. Bu nedenle bu alanda oldukça tehlikeli hale gelen tekelleşme olgusunun önüne geçilmeli, halk için, doğru bilgi dolaşımını sağlayan yasalar yapılmalıdır. Bu nedenle oldukça önemli olan kitle iletişim özgürlüğü derin bir şekilde incelenmeli, hem hukuksal hem de siyasal olarak yapılan tespitler de tutarlı olmalıdır. Bu sınırlar içinde düşündüğümüzde öncelikle matbaanın icadı ve onun ardından gelen sansür de önem kazanmaktadır. 1420'li yıllarda Gutenberg tarafından başlatılan matbaanın icadı ile kitapların çoğaltılması, insanlar arasında bilgi dolaşımını hızlandırmış bu nedenle de hem kilisenin hem de iktidarın dikkatini çekmiştir. Ardından gelen sansür ise bu bilgi dolaşımını engellemeye yöneliktir[3]. Daha sonraki süreçlerde de, bilgi dolaşımını engellemek amacıyla uygulanan sansür, günümüzde de direk olarak hissedilmese de varlığını devam ettirmektedir. Buna karşılık olarak, bireyin hem haber verme ve hem de haber alma hakkını korumak amacıyla, sansür yasağı birinci kuşak özgürlükler kapsamında yerini almıştır. 1948 yılında imzalanan İnsan Hakları Bildirgesi'nin 11. maddesi de düşüncenin her türlü açıklama türüne özgürlük tanımıştır.


İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'da yarattığı yıkım, insanın ve insan haklarının önemsenmesine, buna yönelik kurumların kurulmasına yol açmıştır. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi örgütler bu kurumlara örnektir. Bu kapsamda ele aldığımızda Birleşik Milletler İnsan Hakları Bildirgesi, 10 Eylül 1948 yılında imzalanmıştır. Bu bildirgenin imzalanmasından sonra, adından da anlaşılacağı üzere insan hakları kavramı daha önemli bir hale gelmiştir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki savaşın izleri hafızalardan silinmeye başladığında insanı merkez noktası haline getirerek barış içinde yaşamak fikri önemini yitirmiştir. O günden bugüne tarihin her döneminde olduğu gibi, teori ile pratiğin eşleşmediği durumlar görülmüştür. Soğuk savaş yıllarında oldukça belirgin hale gelen sömürü ve ideoloji çatışmaları bunun en açık örneğidir. Bu nedenle, burada belirtmemiz gereken şey bazen yasaların dahi bir çözüm üretmekten uzak kalacağıdır. Bu nedenle, insan hakları kavramını yasaların ötesinde bir yolla benimsemek belki de daha gerçekçi bir şekilde insanı ve insan haklarını önemsememize sebep olacaktır.

İletişim olanaklarının teknoloji ile paralel geliştiğini belirtirsek, karşımıza gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasında sağlanan bilgi dolaşımının hangi yöne odaklı olduğu sorunu çıkmaktadır. Teknolojik açıdan gelişmiş olan ülkeler, kitle iletişim araçlarını istedikleri şekilde kullanmakta ve geri kalmış ülkelere kendi görüşlerini “bilgi kirliliği” olarak niteleyebileceğimiz bir şekilde empoze etmektedirler. Buradan da anlaşılacağı üzere, 1948 Bildirgesi'nin amaçladıkları gerçekleşmemiş, insan odaklı bir dünya yaratılamamıştır.

Bu durumun fark edilmesinin ardından, insan hakları konusunda evrensel hukuk sisteminde üçüncü kuşak özgürlüklerin kuralları oluşturuldu. Bu evrede, uluslar arası garantiler devreye girdi ve devlet içi garantiden devlete karşı garantiye geçildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini buna örnek gösterebiliriz. Türkiye'nin de taraf olduğu bu mahkemeye, yurt içindeki tüm olanaklar değerlendirildikten sonra bir üst kurum olarak başvurulabilmektedir.

Biz konumuz itibariyle kitle iletişim araçları ve basın ile daha ayrıntılı bir şekilde ilgileneceğimizden, bu konuyla ilgili üç yasal metni aktarmak da yarar görmekteyim.

  1. 1776'da ABD'nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan The Virginia Haklar Bildirisi'nin (Virginia Bİll of Rights) 12. maddesinde şu hükme yer verilmiştir: "Basın özgürlüğü, özgürlüklerin büyük kalelerinden biridir ve hiçbir zaman, müstebit hükümetler dışında bir yönetim onu kısıtlayamaz."
  2. Bu kez, 1789 Fransız İhtilali sonrasında ortaya konmuş olan insan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 11. maddesine dikkat çekmek isteriz. 26 ağustos 1789 tarihli bu bildirgenin söz konusu edilen maddesinde şu görüşlere yer verilmiştir: "Düşünce ve kanaatlerin özgürce iletilmesi insanın en değerli haklarından biridir. Her yurttaş özgürce konuşup yazabilir ve basım yapabilir, yalnız yasada öngörülen hallerde bu özgürlüğün kötüye kullanımından sorumludur." Bu bildirgede sözü edilen "kötüye kullanım" kavramı, daha sonra 1881 tarihli Fransız Basın Kanunu'nda açık biçimde tanımlanmıştır.
  3. Üçüncü ve son yasal nitelikli metnimiz yine ABD'den alınmıştır. Bu metin 15 Aralık 1791 tarihinde kabul edilen ve Amerika Anayasası'nın ilk değişiklik maddesi olarak bilinen (First Amendment) anayasal düzenlemede şöyle denmekteydi: "Kongre... söz veya basın özgürlüğünü kısıtlayıcı yasa yapamaz.[4]

2.BÖLÜM: TÜRKİYE’DE KİTLE İLETİŞİM DÜŞÜNCESİ’NİN GELİŞİMİ


Bu üç aşamayı aktardıktan sonra, bu doğrultuda Osmanlı İmparatorluğu içindeki gelişmelere bakabiliriz. Batı'da modern anlamda ilk olarak basılan gazetenin tarihi 1605 yılıdır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'na baktığımız da ilk gazetenin 1795 yılında Fransız bir büyükelçi tarafından, Fransız Hükümeti’nin isteği üzerine Fransız Devrimi'nin amaçlarını yaymak amacı ile basıldığını görmekteyiz[5]. Devletin ilk resmi yayın organı olan Takvim-i Vakayi ise 1831 yılında İkinci Mahmud'un isteği üzerine basılmıştır. Batı ile aradaki bu farkın sonucu olarak, Osmanlı ülkesine düşünce yayma özgürlüğünün hem oldukça geç hem de daha despotik bir şekilde geldiğini görmekteyiz. Tabii bu noktada önemli olan diğer bir nokta ise, Osmanlı ülkesine matbaanın Batı'dan daha geç bir dönemde gelmiş olmasıdır.

1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı sebebi ile halkın gazeteye olan ilgisinin artması, önemli bir gelişmeye vesile olmuştur. 17 Şubat 1857 tarihinde basın tarihimiz açısından oldukça önemli olan “Basmahane Nizamnamesi” (Matbaa Tüzüğü) yürürlüğe girmiştir. Bu tüzüğün 3. maddesi oldukça sınırlayıcı idi:

"İş bu basmahanelerin basacakları her nevi kitap ve risaleler öncelikle İstanbul'da doğrudan doğruya ve taşralarda ise eyalet valileri tarafından uygun bulunup, Meclis-i Maarif'te görüşülüp, ülke ve devletçe (mülken ve devleten) hiçbir sakıncası olmadığı belirlenerek adı geçen meclis tarafından keza tutanakla sadrazamlık makamına sunulup izin alınmadıkça basılıp yayınlanmayacaktır."

1857 tarihli Basmahane Nizamnamesi, matbaa sahibini, yerini, makine çeşidini kayıt altına alarak sürekli bir takip sistemi geliştirmişti. Bu da basının özgür hareket etmesini sınırlamaktaydı. Bu yörüngede ilerlediğimiz zaman bir sonraki aşamada karşımıza, 1864 yılında kabul edilen “Matbuaat Nizamnamesi” (Basın Tüzüğü) çıkmaktadır. bir sonraki aşamada ise 23 Aralık 1876 yılında İkinci Abdülhamid tarafından ilan edilen Kanun-i Esasi'nin 12.maddesinde yer alan "Matbuat, kanun dairesinde serbesttir." deyişi ile karşılaşmaktayız ve bu deyiş oldukça sınırlı bir deyiştir. Daha da önemlisi Kanun-i Esasi'nin 113. maddesinin padişaha oldukça geniş yetkiler vermesi idi. Buna göre padişah, olağanüstü durumlarda Kanun-i Esasi'de belirtilen özgürlükleri askıya alabilecekti. 1877 yılında Osmanlı-Rus savaşının başlaması ikinci Abdülhamid'e bu yetkiyi kullanma imkanı sağladı ve ikinci Abdülhamid Kanun-i Esasi'yi askıya aldı. Bundan sonra da, Osmanlı ülkesinde İstibdat dönemi başladı ve uygulanan sansür akıl almaz boyutlara vardı. Eyüp Çoşkun bir yazısında şöyle özetler bu durumu:

"Padişahın... hastalığından söz edilmez, Avrupa'nın ünlü doktorlarından biri Yıldız'a çağrılacak olursa, gazeteler bunu sırf Boğaziçi havasını teneffüs etmek için geldiğini yazarlardı... O dönemden kalma belgelerde, şu kelimelerin çıkarıldığı belirtiliyor: Ha (hükümdarın tahttan indirilmesi), kıtal (vuruşma), sosyalizm, dinamo, infilak, grev, Bosna, Hersek, Kıbrıs, Yıldız, Büyük Burun (Abdülhamid'İn burnu büyük olduğu için), Murat (Sultan Murat anlamına geldiği için), tahta kurusu (yanlışlıkla "tahtı kurusun" anlamına geldiği için)... kullanılması yasaktır.[6]"

1960 yılında gerçekleşen askeri darbenin ardından oluşturulan 1961 anayasası ise basın alanına birçok yenilik gelmiştir. Kabul edilen 212 sayılı yasanın 1. maddesi gazetecileri fikir işçisi olarak kabul etmekteydi. Bu oldukça önemli bir gelişmedir ancak tek başına yeterli değildir. Nitekim yine aynı anayasanın 20.maddesi "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir." der. Bu madde de düşüncelerin dolaşımını sağlamak açısından oldukça önemlidir. 1961 Anayasası'nın 121. maddesi gereğince tarafsız ve özerk kamu kuruluşu statüsünde 1 Mayıs 1964 tarihinde TRT kuruldu; ancak TRT özerk yapısını 12 Mart 1971 döneminde yitirmiştir. yani artık TRT özerk değil; fakat tarafsız bir kurumdur. TRT'nin bu karardan sonraki, statüsüne baktığımızda ise tam olarak tarafsız olduğunu söylemek mümkün değildir. TRT adeta, devlet organı haline dönüştürülmüştür. Ve başta belirttiğimiz bilginin sağlıklı dolaşımını sağlamak, bu nedenle TRT için oldukça uzak bir kavram haline gelmiştir. Prof. Dr Kayıhan İçel, TRT'nin özerkliğinin elinden alınışına dair şu yorumu yapmaktadır:

"20 Eylül 1971 tarih ve 1488 sayılı kanun 1961 Anayasası'nın 121. maddesinde bazı değişiklikler yapmıştır. Bu alandaki en önemli değişiklik, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nun özerkliğinin kaldırılması ve "tarafsız" olması ile yetinilmesidir... değiştirilen 121. maddeye göre, radyo ve televizyon istasyonları, ancak devlet eliyle kurulabilecek ve idareleri tarafsız bir kamu tüzel kişiliği halinde kanunla düzenlenecek, bu kanun, yönetim ve denetimde ve yönetim organlarının kuruluşunda tarafsızlık ilkesini bozacak hükümler koyamayacaktır. Dikkati çeken yön, maddenin değişiklik gerekçesinde bu alanda özerklik ilkesinden ayrılmanın nedenlerinin belirtilmemesidir. Kanımızca, bu nedenleri 12 MArt 1971 günü Genel Kurmay BAşkanı ile Kuvvet Komutanlarının verdiği muhtırada aramak gerekir. Bu muhtıra üstüne kurulan partilerüstü hükümetin, muhtırada açıklanan istekleri yerine getirmek amacı ile böyle bir değişikliğe girişmiş oldukları açıktır. Anayasanın 121. maddesindeki değişikliğe uygun biçimde 359 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Kanunu da değiştirilmiştir. 29 Şubat 1972 tarih ve 1568 sayılı kanunla yapılan bu değişiklik ile kanunun 1.maddesindeki "özerklik" esası kaldırılmış ve "Türkiye Radyo Televizyon Kurumu adıyla tarafsız bir kamu tüzel kişisi"nin kurulduğu belirtilmiştir. Böylece, TRT Kurumu özerkliği olmayan fakat tarafsızlık esasına dayanan bir kamu tüzel kişisi durumuna dönüşmüştür.[7]"

1982 Anayasası’nın 26. maddesi de 1961 Anayasası’nın 20. maddesi ile aynı doğrultudadır. “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” Ancak 1982 Anayasası “düşünce hürriyeti” ile “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” ayrımı yapmaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasası’nı incelediğimiz de, 1961 Anayasası’ndan daha özgürlükçü bir mantıkla karşılaşmaktayız. Ancak 1982 Anayasası’nın 14. ve 15. maddeleri bize yanıldığımızı göstermektedir. 14. madde “temel hakların kötüye kullanılması” başlığını taşırken, 15. madde de “temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” imkanını siyasal otoriteye tanımaktadır. 1982 Anayasası’nın 28.-32. maddeleri özel olarak “basın hürriyetine” ayrılmıştır. Anayasa’nın 28. maddesinde, “Basın hürdür, sansür edilemez.” denmektedir. Basın Kanunu’nun 1. maddesine baktığımızda da aynı söylem ile karşılaşmaktayız: “Basın serbesttir.” Basının serbest oluşu, herhangi bir baskı altında kalmadan halkı bilgilendirebilmesi demokrasinin olmazsa olmaz koşullarındandır. Bu nedenledir ki, hem anayasamızda hem de Basın Kanunu’nda, basının özgürlüğü güvence altına alınmak istenmiştir. Ancak uygulamalara baktığımız zaman, bu durumun böyle olmadığını, çeşitli nedenlerle basının özgürlüğüne kısıtlama getirildiğini görmekteyiz. Bu sınırlama siyasal güç tarafından gerçekleştirilebildiği gibi, medyada tekelleşme olgusunu da unutmamalıyız. Medyada tekelleşmenin birçok sakıncasından bahsetmek mümkündür. Medya patronları, hem kitle iletişim araçlarına sahip olduklarından hem de iktidar ile yakın ilişkiler kurduklarından, kamuoyunu taraflı bir şekilde bilgilendirebilmekte, “bilgi kirliliği” ne sebebiyet vermektedir. Ayrıca tekelleşme ile birlikte, hem saydamlığını hem de çoğulculuğunu kaybeden kitle iletişim araçları, öncelikli işlevi olan kamuoyunu bilgilendirmek amaçlı haber vermek bir yana, sağlıksız bir bilgi yığını oluşturarak insanların doğru haber alma özgürlüğüne müdahale etmektedir.

SONUÇ YERİNE

Kitle iletişim araçlarının varlığı ve herhangi bir baskıya maruz kalmadan gerektiği şekilde kullanılması demokratik düzenler açısından son derece önem taşımaktadır. “Haber ve bilgileri verme ve alma serbestliği iletişim özgürlüğünü oluşturur ve herkes bu hakkın öznesidir. Her bireyin gerçekleri tam olarak bilme ve öğrenme hakkı vardır.[8]” Bu nedenle gerek yasaların gerekse siyasal gücün bu yönde olması gerekmektedir. Aksi takdir de yönetim, bir Franco yönetime dönüşecektir.





KAYNAKÇA:

  • Baldını, Massımo, İletişim Tarihi, çev. Gül Batuş, İstanbul, Avcıol Basım Yayın, 2000
  • Gönenç, Özgür, Medya Dünyası, İstanbul, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, 2004
  • Kabaoğlu, İbrahim, Özgürlükler Hukuku, İstanbul, İmge Yayınevi, 2002
  • Özgen, Murat, Türkiye’de Basının Gelişimi ve Sorunları, İstanbul, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, 2004
  • http://www.rtuk.org.tr/upload/UT/3.pdf 


[1] İletişim için; düşüncenin sözel olarak konuşma ile karşılıklı takası, iki kişinin birbirlerini anlaması insanın kendisini karşısındakine anlatabilmesi gibi tanımlar yapılmaktadır. Bkz: Özgür Gönenç, Medya Dünyası, İstanbul, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, 2004, s.7
[2] Özgür Gönenç, a.g.e. , s.5
[3] Massımo Baldını, İletişim Tarihi, çev. Gül Batuş, İstanbul, Avcıol Basım Yayın, 2000, s.60, 61, 62
[4] Murat Özgen, Türkiye’de Basının Gelişimi ve Sorunları, İstanbul, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, 2004, s.11
[5] 1797 yılında basılan gazetenin adı Bulletin des Nouvellesdir. Bu gazete Fransız Büyükelçi Verninac tarafından bastırılmıştır. Bir sonraki yıl Verninac Türkiye’den gittiği için yerine gelen Aubert Dubayet 1796 yılında Gazete Française de Constantinople adlı bir gazete yayınlatmıştır. Bkz: http://www.rtuk.org.tr/upload/UT/3.pdf
[6] Aktaran Murat Özgen, a.g.e, s.15
[7] Murat Özgen, a.g.e. , s.50
[8] İbrahim Kabaoğlu, Özgürlükler Hukuku, İstanbul, İmge Yayınevi, 2002, s.502

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder