21 Haziran 2014 Cumartesi

Soma Maden Faciası Röportajı - Yrd. Doç. Dr. Faruk TAŞÇI

Miray KARADENİZ - Ersel KORUK
“Ahlâklı insanlar yetiştiremezsek, sorunlar çözülemez.”

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde görev yapmakta olan Yrd. Doç. Dr. Faruk Taşçı ile Soma'da meydana gelen maden faciası üzerine röportaj gerçekleştirdik. Verimli olduğunu düşündüğümüz bu röportajda son Soma faciasında tekrar gündeme gelen iş güvenliği, uluslararası anlaşmalar, işçi hakları gibi konularda sohbet ettik. Farklı bir bakış açısı yakalama bakımından faydalı olacağı inancındayız.

Türkiye'deki kanun ve yönetmelikler çalışma hayatını düzenleyecek yeterlilikte midir?

Bizim zihniyet olarak şöyle bir problemimiz var, sadece Türkiye için değil genel olarak da dünyadaki problem şu: Bir kanun ortaya konulduğu zaman, o kanun ortaya konulduğu konu neyse hemen çözülecek diye bekleriz. Hâlbuki burada bir şeyi es geçiyoruz. Bu kanun uygulayıcısı hem denetleme anlamında hem de bunun ilgili olduğu sahada kim varsa, işçi dediğimiz ve işveren dediğimiz kesim, onların uygulamadaki insan olmaları, insanın doğasından kaynaklı olumlu ve olumsuz yönlerini dikkate almıyoruz. Dolayısıyla kanun meselesinde “şu madde şöyle iyileştirilsin” desem on sene sonra veya iki sene sonra o iyileşmiş maddeye bile çözüm bulamayacağız. Çünkü muhatap olduğumuz aynı insanlar.

Dolayısıyla burada vurgu olarak kanun ve yönetmelikle ilgili bir şey istiyorsanız benden, o vurgudan ziyade yoğunlaşılması gereken nokta, bu kanun ve yönetmeliğin kimle muhatap olduğu, bu muhatap olunan kitlenin hangi eğitim sürecinden geçtiği, bu eğitim sürecinden geçtikten sonra pratiğinin ne kadar olduğudur. Eğitim sürecinden geçebiliyor insanlar ama pratikte karşılık göremiyorsunuz. Yani mevcut problematiği çıkaranlar çok iyi eğitim almıştır, ama pratikte bu eğitimin olumlu yansımalarını göremiyorsunuz. Dolayısıyla bizim buradaki vurgumuz bizzat hukukun kendisine değil, bu hukukun içerisine ahlaki unsurların da sokulması üzerine. Ahlaki unsurdan kastımız da insanın ahlaki olması şeklinde; çünkü “sistemin kendisi ahlaki veya değil” şeklinde bir konuşma yapmak anlam ifade etmez. Belki sorunuza böyle bir cevap verebiliriz. Yoksa madde madde “Türkiye'de şu yapıldı şu kanun çıkarıldı” dersem kendi haddimi de aşmış; bu konuda ehil olanlara da saygısızlık etmiş olurum.

Türkiye'nin uluslararası çalışma koşullarına dair anlaşmaları (Ör: ILO Antlaşmaları) imzalamamasının hukuki, teorik gerekçeleri nelerdir?

ILO ile ilgili Türkiye'nin geçmişten bu yana ilişkisi var, yani ilk kurulduğu 1919’dan beri Türkiye ile ilişkisi devam ediyor. Tabi bu ilişkinin zeminine baktığımız zaman çok zayıf olduğumuz zamanlar var, iyi olduğumuz zamanlar var, tabiri caizse nane limon olduğumuz zamanlar var. Ve bu ilişkinin problematik arz ettiği yerlerde -bizim çok fazla duyduğumuz kavramdır- “kara liste”ye alındığımız süreç de olmuştur. Bu anlattığım dönemler 70-80 arasındaki dönemler, o hengamenin olduğu dönemler. Şimdi bu tarz kara listeler bizde az da olsa devam ediyor, sıkıntılı alanlar var.

Öte yandan son dönemde şöyle bir şey var. ILO ile başlayan Avrupa Birliği süreci var. İlk defa zannedersem 2005'te Avrupa Birliği Katılım Belgesi’nde Türkiye için “ILO'nun normlarını dikkate alması gerekiyor” diyorlar. Dolayısıyla ILO ile ilişkilerimizin iyi veya kötü olması bir nevi AB ile ilişkilerin iyi veya kötü olması noktasına geliyor 2005 ten sonra. Çünkü siz AB sürecinin devam etmesini istiyorsanız o uyarıyı dikkate almalısınız; onun üzerinden konuşmamız gerek.

Bu altyapıdan sonra gelişebileceğimiz böyle bir şeye niye imza atılmıyor diye baktığımızda, Türkiye'de genelde vurgular şöyle gider: Bir ekonomik istikrar vurgusu yapılır. Bu ekonomik istikrarı bozan unsurlar ortaya konur. Bu bozan unsurlara daha çekinceli davranılır. Problem olduğu kabul edilir, ekonomik istikrarı bozan şeyi düzeltmek gerektiği de kabul edilir ama adım atma konusunda çekinceli davranılır. Genel bir şablona bakılır. Tabii bu durum, çok makul kabul edebileceğimiz bir şey değildir. Bu konuda eğer sosyal bilimcilerin bir araya geleceği daha şümullü çalıştaylarla beraber vs'ler bütünü gören çalışmalara ihtiyaç var. Bütünü görenden kastım parçalı değil. Mesela ben şuan parçalı konuşuyorum, benim alanım parçalı konuşmaya müsait bir alan; yani çok rahat ben bu alandan çok daha ajitasyon zemini bulabilirim. Amma velakin bilimsel bir söylem olmaz. Bilimsel söylem “ILO ile ilgili imzalanamamış hükümler varsa niye imzalanmıyor?” sorusunu sorduğunuz zaman, ortaya sosyologları, iktisatçıları, psikologları, uluslararası ilişkilercileri, hepsinin toplayacağınız bir zemine ihtiyacınız var. Bu zemini ortaya koyarsanız cevap daha makul olur. Şu kadarını söylüyorum: Türkiye bu konuda birçok yerde olduğu gibi mehter takımı tarzında davranmıştır; bu mehter takımının hareketi gibi -mehter takımı geri adım atmaz onu yanlış biliyoruz- iki ileri bir durma şeklinde. Geri adım atılmayacak muhtemelen bu konularda; “bir musibet bin nasihatten iyidir” meselesi var ya bu musibetten dolayı geri adım atılmayacak, ama yine de duraklamalı gidecek.

Bu noktada tabii geniş bir zemine ihtiyaç var, makul bir ilişkiye ihtiyaç var. Yani politika belirleyicilerle bizim makul ilişkiye girmemiz gerekiyor. Çünkü politika belirleyicilikte şöyle bir durum var: Sivil toplum kuruluşlarından bahsediyorum; bir kere sivil toplum kuruluşlarının bir “baskı grubu” olma fonksiyonu var bir de toplumsal hareket fonksiyonu var. Şimdi baskı grubu demek, diyelim şimdi siz iş sağlığı ile ilgili bir sivil toplum kuruluşu kurdunuz, derdiniz bununla ilgili hükümetin politikalarına yön vermek. İşte şu anda sivil toplum olarak deniyoruz. Şimdi baskı grubu şöyle oluyor: O hükümetle ilişki kanallarınız açık, gidiyorsunuz görüşüyorsunuz sağlı sollu yukarıdan aşağıdan üç aşağı beş yukarı bir yere getiriyorsunuz, bu ilişki zeminini yok ettiğiniz zaman ise “toplumsal hareket” oluşuyor; eylem zeminine düşüyorsunuz. Eylem belirli bir zamandan sonra marjinalleştiriyor, o zaman sözünüz ulaşmıyor karşı tarafa. Karşı tarafın da kendince bir planı var. Bu sefer de ayrışma oluyor ve sizin çok makul söyleyeceğiniz, belki ikna edeceğiniz birçok şey toplumsal eylem zemininde kayboluyor; halbuki toplumsal zeminini, eylemi demiyorum, muhafaza eden bir sivil toplum zemininden baskı kursak daha akıllıca olur. “Niye bu yapılmıyor?” dediğimiz zaman olmuyor; işte burada bir problemimiz var; böyle bir mekanizmamız olsa her şey daha çabuk olacak. Bu mekanizma yok Türkiye'de. Toplumsal zemini olmayan baskı grupları var ya da toplumsal hareketler var, bu ikisi örtüşmeyecek. Baskı gruplarının - bir sivil toplum kuruluşu diyelim- hükümetle ilişkisi söz konusu ama toplumsal bir zemini yok. Tabiri caizse kuru sıkı bir zemine sahipler. Diğerlerinin de toplumsal bir zemini var ama irtibat zemini yok. İşte o zaman da gürültü oluyor. Yani söylemler pratik olacak bir zemin bulamıyor bu da kargaşaya yol açıyor. Kargaşa da ajitasyona çok müsaittir, fikirden çok ajitasyona müsaittir. Ortada çözüme yönelik müdahaleden ziyade yumuşak damarlar (örn: adam ölmüştür) üzerinden söylemler geliştirilir. Bu kısa vadelidir. Örneğin 301 kişi öldü. Fakat bu ölümler üzerinden söylemler geliştirmek çok kısa vadeli, çok pragmatist, çok popülist bir söylemdir, ajitasyondur. Eğer gerçekten dertliysek bunu da aşan bir şeyler söylememiz gerekir. Bunu da dikkate alan, ama takılmayan söylemler geliştirmek lazım. Bunu çıta olarak görmek, bundan sonra olmamasını istiyorsak ajitasyon zemininden değil bunu da aşan bir zemin üzerinden konuşmamız lazım ki zorlayabilelim.

Bu kazanın iş güvenliğiyle alakalı radikal düzenlemelere yol açacağını düşünüyor musunuz?

Burada hususiyet şu: Şimdi bu mesele (Soma) açısından “kaza” mı, “ihmal” mi yoksa “istismar” mı olduğu anlaşılmalı. Bir kere bu noktada henüz bir hükmümüz yok. Buradaki en yumuşak ifade kaza ifadesi olur. Şimdi bir kere burada bilimsel söylem kullanacaksak bunun hükmünü vermeden, bilimsel bir zeminde duramayız. Ama nihayetinde sonuçta bir facia var. 301 kişi rahmetli oldu; ama niye söylüyorum? Kaza dediğimizde başka bir çözüm mekanizması geliştirmeliyiz, ihmal dediğimiz zaman başka, istismarda başka bir tanesi gerekir.

Kaza, örneğin araba kullanıyorsunuzdur trafik kurallarına uyarak normal yolda giderken durup dururken önünüze bir taş düşmesiyle trafik kazası yaparsanız, bu kaza olur. Burada ihmal de istismar da yoktur. “İhmal var” dersek iki türlü şey görüyoruz. “Mevzuatla ilgili öncelikle bir problematik var mı yok mu?” sorusuna götürür bizi. İkincisi ise bu mevzuatta problematik olmasa dahi bunu işleten işletmeyle ilgili bir problematik saha doğar eğer ihmal var dersek. Bunlardan ayrı çok tehlikeli olan kısım ise istismardır. Bu tamamen zihniyetle ilgili bir şeydir. İstismar dediğimizde, işveren mantığının işçiye bakışını sorgulamak durumunda kalırsınız. "Bunlar insan değil" gibi bir alana çekmiş olursunuz. Dolayısıyla bu üçünün hangisi olduğuna dair hükmü ortaya konmadan konuşursak, haksızlık olur. Bu peşin hükümlülüktür ki, başka bir zülüm demektir; bunu yapamam. Ama üçünü koyalım ortaya tespit olsun, bilimsel raporlar ortaya çıksın (ki bunlara güvenmek durumundayız), sonra sorgulayabiliriz. Bunlardan sonra bu kazadır, ihmaldir ya da istismardır tespiti yapılınca şunlar şunlar yapılması lazım diyebiliriz, o zaman daha akılcı olur.

Son yıllarda işçi kazaları büyük artış gösteriyor, bu artışın temelinde sizce neler yatıyor? Özelleştirme, taşeronlaştırmayla açıklanabilir mi yoksa devletin denetimlerindeki yetersizlikler mi söz konusu?

Şimdi bu soru aslında cevapları üç aşağı beş yukarı kendi içinde barındırıyor. Bir kere devlet dediğimiz mekanizmayı iyi algılamak lazım, yani devlet dediğimiz mekanizmayı siz “kutsallık” üzerine kurarsanız başka bir sonuç çıkar, siz herhangi bir kutsal için araç olarak görürseniz başka bir sonuç çıkar. Dolayısıyla bu soruda bu minval üzerine cevaplanır.

Eğer siz devleti kutsal görüyorsanız geri kalan kitlenin ne olduğuna dair bir soru sorduğunuzda mesela “işçiler kimdir/nedir?” dediğiniz zaman “bu kutsala hizmet eden, kutsalı devam ettiren” dersiniz. Dolayısıyla o ilişki için kıymet-i harbiye, yani kıymet zemini kaybolur. Hal böyle olunca siz buna taşeron dersiniz, özelleştirme dersiniz hiç fark etmez, her halükarda sonuç bu problematiğe çıkar, aynı sıkıntı yaşanır. Çünkü sizin zihni yapınız orada o sonucu doğuracak bütün kanalları açar. Mesela biz Adam Smith'i biliriz, ne derdi yoksullukla ilgili: "Yoksulluk, yoksulların kendi kusurlarıdır"; yoksullara bakışıyla ilgili zihniyeti bu. Dolayısıyla burada da yine zihniyeti açmamız gerekiyor. Devlet kutsalsa, geri kalan buna hizmet ediyorsa, devletin varlığı için geri kalanın varlığı varsa, geri kalanın varlığı devletin varlığına dayalıysa; o zaman işçinin var olmasının manası ne: İşçinin pozisyonunu istediğiniz zaman istediğiniz yere çekebilmektir, manası. İsterse kamuya atar isterse özel sektöre verir isterse taşeronla çalıştırır hiçbir sorun olmaz.

Bu üst bakışı yakalarsak her defasında olayı konuşmayız. Dikkat edin her seferinde biz olay konuşuyoruz; problem burada, henüz daha fikir konuşamıyoruz. Ya olay konuşuyoruz ya da isim konuşuyoruz, bu bizim en büyük açmazımız. Çünkü ortada fikir adamı yok, bazı fikirlerin adamı var. Eğer fikir adamları olsaydı, fikirleri konuşurduk. Bazı fikirlerin adamı olduğu için ya olayı konuşuyoruz ki ajitasyon çıkıyor ya da şahıslardan bahsedip ideolojileri konuşuyoruz ki çatışma oluyor. Dolayısıyla bu bakışı biz yakalarsak, her hangi bir olayda otomatik olarak, daha biz olayı böyle detaylı konuşmadan iş çözülür; mesele de bu.

Kutsal olan devlet değil, insan da değil; hiç fark etmez hiç bir şeyi kutsallaştıramazsınız; çünkü her insanın noksanı vardır, kurumların noksanı vs ve de kutsallık üzerinden değil de her şeyi yerli yerine oturtacak bir zeminde olsaydık, yani işçini zeminin belli, hakkı belli, sorumluluğu belli -burası önemli biz hep karıştırıyoruz, hak veriyoruz sorumluluktan bahsetmiyoruz- devletin hakkı belli, vatandaşın devlete karşı sorumluluğu belli: Bu zeminleri biz ortaya koymuş olsak o zaman çok daha konuşacaklarımız ayağı yere basar olur; yani şuan takip ettiğim medyadaki vs. şeyleri fikir üreten bir zemin olarak görmüyorum göremiyorum. Çünkü fikir adamı zemini yok, çıkıyorlar bir tarafı savunuyorlar: Her hangi bir fikir üzerinden doğruyu savunmak başka bir şeydir, herhangi bir fikrin doğrusunu savunmak başka bir şeydir. Burayı karıştırıyoruz. Hep burada sıkıntı yaşanıyor, onun için çatışma oluyor.

Hâlbuki böyle bir mesele de ortak bir zemine hemen gelmemiz lazımdı. Örnek vereyim; en aykırı uç fikirlere sahip insanların bile böyle bir olayda bir araya gelmesi lazım çünkü burada bir sebep asabiyet-i var. İbn-i Haldun’u duydunuz, zaman zaman bahsedilir; İbn-i Haldun iki türlü asabiyeden, bağlılıktan bahseder. Bir tanesi soy asabiyesi biri de sebep asabiyeti yani bir sebepten kaynaklanan. Mevlana da bu konuyla ilgili örnek veriyor diyor ki "Kargayı ve bülbülü gördüm; ikisi beraber uçuyorlar. Kargayla bülbülün birlikte uçması mümkün mü? Biri “gak gak” diyecek bir mest edecek bir ötüş sergileyecek; yani en zıt uçlar bunlar. Sonra takip ediyor, bu işin içinde bir iş var diyor, gidiyor bakıyor ki bir ağacın dalına ikisi de konuyor, görüyor ki ikisi de topal.

Dolayısıyla gerçekten biz fikirsel zeminde konuşsak ortak noktayı çok rahat buluruz çözümü de çok hızlı çıkarırız, fikirsel zeminde konuşmadığımız için, olayları konuştuğumuzdan kalıcı çözümler üretemiyoruz. Olaylar daha çatışmacı düzlemdedir, sıcağı sıcağınadır- sıcağın yanında fikir çok şey olmaz, şöyle örnekler vermeyi seviyorum: En iyi mısır nerede pişer? Ateşte pişmez közde pişer. Kastettiğim köz halidir, yani fikir hali köz halidir, olaylar ateş halidir. Bizim bu köz haline ihtiyacımız var, köz dediğimiz şeyin baya bir yayılması gerekir. Mısır pişirdiniz mi hiç? En iyi mısır evvela ateşi böyle merkezde yakarsınız sonra ateş biter közü dağıtırsınız sağa sola öyle pişer. Çünkü fikir dediğimiz şeyde bir “durma” gerekir. İngilizce bir kelime var 'understand' dikkat ettiniz mi 'stand' diyor 'dur', durmadan anlayamazsınız. Şimdi fikir olması için durmak gerekir, 'acaba ne oluyor?' diye düşünmek için. Balıklama daldığınız zaman olay üzerine iş yapıyorsunuzdur ya da bir kişiye gareziniz vardır fark etmez ya da kurumla ilgili. Ama durursanız bütünü yakalayabilirsiniz. Acaba dersiniz bunun problematiği hangi fikirden kaynaklanıyor? Kişiden değil, bugün bu kişi giderse aynı fikrin ikincisi gelecek, aynı kişi gelecek. Yanlış yerden iş yapıyoruz biz. En azından ben bilimsel bir şeyden bahsediyorum; akademisyenler bunu yapamaz, yapma hakları yoktur. Durmaları gerekir acaba ne oluyor? Bu “acaba” sorusunu sorduğunuz zaman temele gitme imkanınız olur. Sormadığımız için sıkıntı yaşıyoruz.

İş güvenliği uzmanlarının ve denetçilerinin yaptıkları işin ücretini denetlediği şirketten aldığı söyleniyor. Doğru mudur? Şirketlerin kendi çalıştırdıkları iş güvenliği uzmanlarının yetkileri ne derecededir? Örneğin; üretimi durdurma kararı alabilirler mi?

Bu soruyu sorunca nefes aldırdın bize, bu soru yine iktisadi faaliyetlerdeki insan figürünü akla getiriyor. Hatırlarsınız okuttular ya size 'homo economicus' denen bir insan figürü, iktisadi adam figürünü. Siz iktisadi faaliyetlerde homo economicus figürünü ön plana alırsanız bu sonuçlar kaçınılmazdır. Homo economicus ne söyler size, senin merkeze alman gereken şey aklın vicdanın. Senin aklın vicdanın senin şahsi çıkarlarını herkesten daha iyi bilir ve senin şahsi çıkarın maksimum kar elde etmektir, minimum maliyettir ve bunun için de her yol mubahtır. Burada bir sorun görmez homo economicus, yani iktisadi adam figürü.

Bu iktisadi adam figürünü siz sahaya çıkardınız. Bir tanesi işveren oldu bir tanesi de denetçi oldu diyelim, değişen bir şey olmaz ki. Denetçi olmasına rağmen kafası bu şekilde çalışıyorsa -iktisadi adam figürü üzerine çalışıyorsa- daha sonra çok rahat anlaşılırlar. Bu anlaşmanın adına sen yolsuzluk dersin hiç fark eden bir şey olmaz, kayırmacılık dersin sonuç aynı çıkar. Bunun tabii doğru olacağına dair hiçbir cümle kullanamayız, mümkün değil. Bunun doğru olduğunu söylemek deliliktir. Onlar da bunun doğru olduğunu söylemez, ama onların problematiği şu; bunu yaptıran fikrin doğru olduğunu kabul ederler, böyle bir şey yapmayı ahlaklı görmeye başlamaktır en büyük problem, en güzel hareket budur demeye başlamaktır.

İktisadi adam figürünü öğreten bunu öğretiyor, ne diyor kısa yoldan işi götür. Ee şimdi siz bunu öğrettiğiniz an ve bu insan denetçi olduğu zaman bu iş sen, işveren veya herhangi bir yerde görevli olduğu zaman yapacağı şey ne olacaktır? Başka bir şey değil bu olacaktır, bunu da doğal karşılıyorum. Bu sorunu çözme noktasında bizim insan figürüne ihtiyacımız var. Çünkü iktisadı insan figürü diyoruz, bu iktisat sıfatını alıp/kaldırıp bizzat insan figürü üzerine yoğunlaşmamız lazım. Burada dolayısıyla sistem sorunu yok, benim kastettiğim aynı sistemi çok rahatlıkla ahlaklı insanı yerleştirirseniz, öleceğini bilir o işverene boyun bükmez, işsiz kalacağını bilir, atılacağını bilir hayır der. 'Öleceğimi bilsem, maaşımın yok olacağını bilsem boyun bükmem' der çünkü iktisadi adam figürü değildir. Bunu yapmadıktan sonra biz yüz tane denetçi görevlendirelim, yüz tane polis görevlendirelim polis de az sonra senin benim gibi adam o da, o yetişmeden gelmiş. Ne yapacağız polisin başına da mı denetçi koyacağız, denetçinin başına da mı denetçi koyacağız? Dolayısıyla hepimiz ne olacağız, hepimiz hepimizi denetleyeceğiz. Hâlbuki en iyi otokontrol mekanizması nedir? Herkesi ahlaklı yetiştirmektir. Ahlaklı yetiştirirsek seni takip etmeme gerek yok, istihbarata gerek kalmaz problemimiz burada. Fark ettiyseniz her sorunu buraya yönlendiriyorum, çünkü başka türlü çözüleceğine inanmıyorum.

Kimse kimseyi kandıramaz, yani politikalara ihtiyaç var ama bu politika hangi zihniyetten çıkıyor. Hukuk zeminine ihtiyacımız var, ama hangi insanla bu hukuk işliyor görüyoruz hâkim, savcıları. Kusura bakmayın ama mahkemede sonuç çıkacağına yüzde yüz inanabiliyor muyuz? Bu soruları sorduğumuzda el cevap nereye gidiyoruz: “İnsana ihtiyacımız var”, bizim hâkime değil, polise değil, denetçiye değil, insana ihtiyacımız var. Hocam insan değil miyiz diye sormayın bana lütfen!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder