4 Şubat 2016 Perşembe

Hazar Vural ile İran Nükleer Anlaşması Üzerine Söyleşi

Özgenur Aktan




Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için kendinizden ve çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

Şu an halihazırda Yıldız Teknik Üniversitesi’nde doktora tez aşamasındayım. İran dış politikası odaklı çalışıyorum. Lisans ve yüksek lisans derecelerim Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler üzerine. İki buçuk yıl Türk Asya Sratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM)’nde, Ortadoğu Masası’nda çalıştım. Evvelinde BİLGESAM’da üç ay kadar bir dönemim oldu. Daha çok Ortadoğu, İran ve güvenlik konuları üzerine yoğunlaşıyorum. Yüksek lisans tez araştırmam İran hakkındaydı. Tez konumda İran toplum yapısını ve bu toplum yapısının dış politikayı nasıl şekillendirdiğini incelemiştik. İran’a, çeşitli konferanslar vesilesiyle, son üç yılda beş sefer gitme şansım oldu. Farsça öğreniyorum, ayrıca.





İran ile P5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşmanın, İran için sağlayabileceği ekonomik kazanımları bölgesel ilişkiler çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Bilindiği gibi tek taraflı uygulananyaptırımların(ABD,ABve BMtarafından) kademeli bir şekilde ortadan kaldırılmasıyla ve petrol arzında kaydedilebilecek yükselişle İran, Ortadoğu’da daha da önemli ve dikkat çekici bir güç haline evrilebilir. Sizce bu durum, bölgesel ilişkilerin seyri bağlamında ve Körfez ülkeleri özelinde nasıl ele alınabilir?

Ekonomi konusu, işin en önemli boyutu. İran şimdiye kadar petrol denizinde yüzen bir ülke olmasına rağmen, tek taraflı olarak uygulanan bu yaptırımlar ve yurtdışındaki mal varlıklarının dondurulmuş olması sebebiyle kendi petrol gelirlerini hep bahse konu bu yaptırımların yol açtığı zararı ikame etmek için kullanıyordu. Ancak şimdi yaptırımların kademeli olarak kalkmasıyla İran ciddi bir ekonomik gelişme kaydedebilecek ve ticaret hacmini de arttırabilecek. İran’ın hem bölgede hem de bölge dışında -Latin Amerika’ya kadar uzanan- çok geniş bir ticaret ağı var. Dolayısıyla kademeli olarak yaptırımların kaldırılması, İran ekonomisi için çok olumlu bir gelişme. Hatta İran’ın, uluslararası bankalarda el konulan yaklaşık yüz milyar dolarının nükleer anlaşma sonrası yaptırımların kaldırılması durumunda kademeli şekilde serbest bırakılması da bekleniyor, dile getiriliyor. Ekonomik iyileşme neticesinde, güvenlik ve savunma sanayi alanlarındaki çalışmalar ve harcamalar daha verimli bir düzeye taşınabilir. Yani tüm bunlar birbirini besleyen, çok yönlü bir şema gibi.

İran, bölgenin bölgeden yönetilmesinin gerekliliğinden bahseden bir ülke. Bu anlamda P5 + 1 olarak adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) ile Almanya’dan oluşan ülkeler grubu ile varılan nükleer anlaşma çok önemli bir diplomatik hadise. Yani 1979 İran devriminden beri “Şeytan, Şer ekseni, Şeytan Üçgeni” gibi nitelendirmeler ile İran ve ABD birbirlerini değerlendiriyorlardı. Bu noktada İran nükleer anlaşması gerçekten tarihi öneme sahip bir diplomasi zaferidir. Tabii yine de çeşitli çekingeler, eleştiriler mevcut. Özellikle Suudi Arabistan’ın güdümünde olduğunu belirtebileceğimiz Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), nükleer anlaşmayı tedirgin ve endişeli karşıladı. Hatta bu endişelerin giderilebilmesi için anlaşmanın imzalanmasını takip eden süreçte ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Körfez ülkelerine ziyarette bulunmuştu. Genel olarak İran’a yönelik duyulan güvensizlik, Körfez ülkelerini; Batı -özellikle ABD- ile iyi ilişkiler kurulması yönünde teşvik etmiştir. Nükleer anlaşmanın bir tehdit olarak görülmesi haline karşı Kerry’nin temasları da Körfez-İran ilişkilerindeki ABD rolünün altını çizmektedir. Bu bağlamda elbette ABD-Suudi Arabistan partnerliği, ABD-İran partnerliğinden daha güçlüdür.

KİK, İran karşıtı bir oluşum. Yani tarihsel sürece de bakarsak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi kraliyetle yönetilen Körfez ülkeleri, İslam Devrimi’ni açık bir tehdit olarak görmüşlerdi. Ülkede yaşanan rejim değişikliği ve Şii nüfus çekingesi İran’a yönelik olumsuz algıyı daha da şiddetlendirmişti. İran’ın bölgesel nüfuz alanının kırılabilmesi noktasındaki bir girişimdir, bu anlamda KİK. Yine İran yönetimi, nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu belirtse de bu anlamda Körfez ülkeleri İran nükleer programını ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Güvenlik meselesi de ilişkilerdeki önemli bir ayrı başlıktır. Zira Körfez ülkeleri Suriye, Yemen ve başka yerlerdeki savaşları İran’ın körüklediğini düşünmektedir.

Bu çerçevede belirtmekte fayda var; bu anlaşma nihai bir son değil. Yani, bir uzlaşı sağlandı. Anlaşma İran Meclisi’nden geçti. (Oturumda anlaşmaya, 161 milletvekili evet, 59’u hayır oyu verirken 13 milletvekili çekimser kaldı. Mecliste bulunan 17 milletvekili ise oy kullanmadı.) Nitekim Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin onayı sonrasındaki süreç ciddi belirsizliklere gebe. Yaptırımların kaldırılması, nükleer enerji konusundaki çalışmaların hız kazanması, küresel piyasaya yönelik yükselişe geçecek petrol arzı gibi gelişmeler bir anda gerçekleşecek değiller. Tüm bunlar yıllar alabilir. Burada İran toplumunun sosyolojik yapısına da yer verilmesi gerekiyor. Özellikle İran’daki radikal çevreler anlaşmaya tepkililer, ABD’ye güvenilemeyeceğini düşünüyorlar. İran ve ABD arasındaki diplomatik ilişkiler, 1979 senesinde ABD’nin Tahran’daki büyükelçiliğinin radikal bir grup tarafından basılıp çalışanlarının rehin alınmasının ardından askıya alınmıştı. 444 gün süren rehine krizi ikili ilişkilerde kopukluk yarattı. Yani ABD ile İran düzleminde sıkıntılarla, problemlerle geçmiş uzun bir süreç var. Bu sebepten İran toplumundaki genellikle aşırı muhafazakar kesimler ABD’ye karşı ciddi güvensizlik içindeler. İran’daki siyasi yelpazade muhafazakarlar, aşırı uçtaki muhafazakarlar (radikaller) ve reformcular yer alıyor.

İlaveten dini lider, rehber, gerçeğine de değinmeliyiz. Dini lider, önemli siyasal konulardaki çizgileri belirleyen kişidir. Yani reformistler İran’da iktidara gelip nükleer uzlaşmayı yapalım, şeklindeki önerileriyle mi ortaya çıktılar sanıyoruz? Hayır, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in izin verdiği çerçeveye göre nükleer anlaşma müzakereleri sürecine dahil olan kişiler (İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve İranlı diplomatlar başta olmak üzere) hareket ettiler. Zira İran’da dini liderin kabul etmediği hiçbir şey geçerliliğini sürdüremez. Dini lider Hamaney; ABD’yi İran’ın en büyük düşmanı olarak nitelendirmiş bir otorite. Kendisi, ordu başkomutanı olmasından mütevellit komutanları atama hakkına ve barış imzalama, savaş açma ya da referanduma gitme gibi kararları alma yetkisine sahip çok önemli bir güç. Hamaney, nükleer anlaşmayı ekonomik ve finansal yaptırımların kaldırılması hedefiyle onaylamış olsa da ABD’nin güvenilmez olduğunu dile getirmekten geri durmuyor. Yani İran’da hem toplumsal hem de siyasal zemindeki ABD’ye yönelik neredeyse yerleşik durumdaki negatif yaklaşımın bir anda ve topyekûn tersine dönmesini beklemek hata olur. Elbette anlaşma ile olumlu bir adım atıldı, yeni bir başlangıç sağlandı ancak ortada uzun yıllar sürebilecek, belirsiz ve hassas bir süreç var.

Ayrıca ABD’de Cumhuriyetçiler anlaşma konusunda olumsuz bir tavırdalar. Anlaşma Kongre’den geçti, ama 2016’daki başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi bir adayın kazanması halinde, yeni başkanın anlaşmayı geçersiz kılabileceği seçeneği de konuşuluyor. Bölgenin nükleer silaha sahip tek ülkesi olarak nitelendirilen İsrail de anlaşmadan rahatsızlık duyuyor. İsrail açısından İran, Lübnan’daki Hizbullah’ın temel destekleyicisi. Yani İsrail; Lübnan’da Hizbullah’ın ve Filistin’de Hamas’ın güçlenmesi, harekete geçmesi gibi bir durumdan kaygı duyuyor. Fakat nükleer meselesi odaklı bu fikir ayrılığına rağmen ABD ve İsrail yönetimi arasındaki işbirliği halen sürüyor. Zira ABD ve İsrail arasındaki ilişki herhangi bir klasik iki devlet müttefikliğinden ötedir.

İran-Rusya ittifakını nükleer anlaşma ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası bağlamında ele alabilir misiniz?

İran-Rusya ilişkilerini dikey paralel olarak tanımlıyoruz. Hatta zaman zaman Ermenistan da bu paralelin içerisine dahil oluyor. Evet, Rusya ve İran iki müttefik ülke. Sadece nükleer anlaşma düzleminde değil, Suriye meselesi konusunda da Suriye ve İran aynı çizgide. Devrim yapmış ülkelerde, bazı kodlamalar silinmeyebilir. İslam Devrimi’nin 36. yılını devirmiş İran’da da bu anlamda ABD’ye yönelik yerleşmiş negatif bir algı mevcut. Bu açıdan nükleer anlaşma çok mühim bir adım. ABD’ye yönelik algı ayrıca güvenlik ve enerji odaklı İran-Rusya ittifakında da belirleyici. Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti; IŞİD’e karşıdır, IŞİD’î kafir olarak niteler ve IŞİD’i İslam’ın dışında görür. Bu bağlamda nükleer anlaşmanın imzalandığı ilk zamanlarda Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, İran ile nükleer anlaşmanın IŞİD’e karşı uluslararası koalisyonun genişlemesine yol açabileceğini de belirtmişti. Rusya; Doğu Akdeniz’de etkin olmak isteyen, Suriye’deki olayların başından bu yana Esad yönetimine destek sunmakta olan bir ülke. İran için Suriye; devrim sonrası bölgesinde işbirliği kurabildiği tek ülke olmasından ve Lübnan meselesinden dolayı önemli. İran ayrıca, Rusya için çok önemli bir silah pazarı. Bu anlamda İran-Rusya işbirliği ekonomik, güvenlik ve enerji alanlarında gitgide daha da güç kazanıyor. Hatta İran ve Rusya’nın ortak banka kurmaya hazırlandıkları bile konuşuluyor.
Türkiye ile İran, Ortadoğu politikası bağlamında çok farklı araçlara sahip. Sıfır sorun politikası ile başlatılmış bir süreç var, Türkiye için. İran’ın ise son zamanlarda bölgesel etkinlik alanı daha da genişledi. Suriye; ekonomik ve siyasal nüfuz doğrultusunda yayılım kazanabilme amacının gerçekleştirilebilmesi için temel taşlardan birisi olarak görünüyor, İran açısından. İran ve Türkiye ilişkilerinin ticari boyutunda, nükleer anlaşma sürecine bağlı olarak yeni ve artan kazanımların varlığı yönünde olumlu beklentiler mevcut olsa da iki ülkenin Ortadoğu özelindeki birçok konuda karşı karşıya gelmeleri olağandır. Suriye meselesi de işte bu konulardan sadece birisidir. Yani kullandıkları araçları birbirinden farklı olan bu iki ülkenin yer aldıkları, faaliyette bulundukları saha aynı. Bu sebepten çıkarların çatıştığı durumlarda, ilişkilerin olumsuz bir seyre kavuşmasından kaçınılamaz. Dolayısıyla burada önemli olan unsur, bu kriz anlarının nasıl yönetilebileceği üzerinedir. Ben Türkiye ile İran’ı iki kuzen gibi betimlemeyi doğru buluyorum. Yani kuzenler birbirlerini bilir, tanır. Aralarındaki paylaşım yüksektir. Ama bazen o iki kuzen anlaşamaz, bu sebepten ilişkiler kötüleşir; fakat yine de birbirlerini kesip atma lüksleri yoktur. Demek istediğim; Suriye savaşı, Yemen krizi gibi konular; Tahran-Ankara ilişkileri arasındaki gerilimi çok arttırdı, arttırıyor. Yine zeminde yapısal bazı farklılıklar da zaten mevcut. Ancak birbirlerine doğrudan bağlı oldukları için bahse konu bu yapısal farklılıklar üzerinden uyuşmazlık yaşamayı tercih etmiyor, İran ve Türkiye. Konjonktüre göre ortaya çıkan politik yaklaşımlar İran-Türkiye ilişkileri için belirleyici ve şekillendirici oluyor. Bu anlamda Şii mezhebini anayasasına yazmış bir İran İslam Cumhuriyeti ile laik ancak ağırlıklı olarak Sünni olan -demokratik, sosyal hukuk Devleti- Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap Coğrafyası Hareketleri sürecinden ve IŞİD faktöründen olumsuz etkilendi. Özel olarak Suriye meselesi ve Yemen krizi ikili ilişkilerde sorun yaratan önemli başlıklar arasında. İlaveten IŞİD faktöründen dolayı Türkiye sınır güvenliği konusunda daha hassas davranmak zorunda. Çok sıcak bir konu; ama Rus savaş uçağı meselesinde de bu hassasiyet ekseninde hareket edildiğini gördük.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanken, şöyle bir açıklama yapmıştı: Hemen yanı başımızda nükleer bir İran istemiyoruz; fakat İran’ın nükleer enerji elde etme hakkını -nükleer silahsızlanma anlaşmasına bir taraf olduğunu göz önüne alınarak- kabul ediyoruz, destekliyoruz. Bu yaklaşım İran, Türkiye ve Brezilya arasındaki nükleer anlaşmaya giden süreç üzerinde etkili olmuştur. Bilindiği gibi 2010 senesinde İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Brezilya Cumhurbaşkanı Luis İnacio Lula Da Silva tarafından Tahran’da imzalanmış nükleer anlaşma ile İran, uranyumunun yurt dışında zenginleştirilmesini ve düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kilogram uranyumun Türkiye’ye emanet bırakılmasını kabul etmişti. Esasında Türkiye’nin, nükleer program özelinde, İran ve ABD/ Batı arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların diplomatik yollardan çözülebilmesi doğrultusunda arabuluculuk faaliyetlerine girişmiş bir ülke olarak değerlendirilmesi de pekala mümkündür.

İran nükleer anlaşmasını eleştirenler; bu anlaşmanın Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasını önlemek yerine, dünya genelinde bir silahlanma yarışı başlatacağını belirterek söylemlerini güçlendirmeye çalışıyor. Sizce İran nükleer anlaşması bölgesel ve uluslararası düzlemde güvenlik olgusu çerçevesinde neler sunuyor?

Nükleer anlaşma ile İran, yeni bir tesis inşa etmeden önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nu haberdar etmeyi kabul etmiştir. Ayrıca tesisler IAEA’nın denetimine de açık olacaktır. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte İran 10 yıl boyunca yaklaşık 19000 olan santrifüj sayısını azaltacak (6 bin 104’e indirecek) ve sadece verimsiz IR-1 santrifüjlerinden 5060 tanesini işletebilecek. 10 yıl boyunca gelişmiş santrifüj modelleri ise çok kısıtlı sayılarda ve uranyum zenginleştirmeksizin, yalnızca test amaçlı kullanılacak. Ayrıca yeni santrifüj teknolojileri 10 sene boyunca sadece bilgisayar ortamında araştırılabilecek. İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerini 15 sene süreyle sadece Natanz nükleer tesisinde, sürekli IAEA gözetimi altında, gerçekleştirebilecek. İran’ın zenginleştirilmiş uranyum stoğu, mevcut stoğunun yüzde 2’sine tekabül eden, 300 kilogramla sınırlı olacak ve arta kalan zenginleştirilmiş uranyum ya seyreltilerek doğal uranyum haline dönüştürülecek ya da uluslararası pazarda satılacak. İran, en az 15 yıl yüzde 3,67’den fazla uranyum zenginleştiremeyecek. Konvansiyonel silahlara konulan ambargo 5 sene, balistik füzelere ve nükleer silahların yayılmasına karşı konulan ambargolar ise 8 sene içerisinde otomatik olarak ya da IAEA İran’daki bütün nükleer maddelerin barışçıl amaçlarla kullanıldığına dair karar verdiği anda kaldırılacak. Ayrıca İran’ın anlaşmanın koşullarına uymaması durumunda yaptırımların yeniden uygulanmasına dair mekanizmalar da mevcut.

Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) da geçerliliğini sürdürüyor. İran, bu anlaşmanın bir tarafı. İran her zaman nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu dile getirmiştir. NPT’de İran’ın barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirmesini yasaklayan bir hüküm yoktur. Esasında İran’da ilk nükleer çalışma 1957 yılında ABD’nin desteği ile başlatılmıştır. 1970 senesinde İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na imza atmıştır. 1973 Petrol Krizi neticesindeki ekonomik getiri ile İran nükleer çalışmalarına daha fazla pay ayırmaya başlamışsa da İslam Devrimi ile nükleer çalışmalar duraklama sürecine girmiştir. Nükleer araştırmaların din ile bağdaşmadığını fetva ile belirtmiş olan İslam Cumhuriyeti özellikle Irak-İran Savaşı sonrasındaki dönemde nükleer çalışmalar konusunda ciddi bir atağa geçmiştir. İran, Sünni bir Arap dünyasının yanı başındaki bir Şii devleti olarak çevresindeki Hindistan, Pakistan, İsrail, Çin ve Rusya gibi nükleer güce sahip ülkelerce kendisini çevrelenmiş hissetmektedir. Yani güvenlik endişesi, İran’ın nükleer çalışmalarındaki itici güçlerden. Yine ABD’nin Irak işgali ve bölgedeki terör örgütleri de İran için güvenlik endişesi anlamında ayrı bir öneme sahip. Anlaşmayı sert bir dille eleştiren İsrail’e bakacak olursak; İsrail hiçbir şekilde nükleer silahlarını kontrol ettirmiyor. Yani İran’ın nükleer faaliyetlerini sık sık eleştiren İsrail’in nükleer gücü sadece tahminler yoluyla değerlendirilebilir. İsrail, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na da bir taraf değil. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK)’ne bakacak olursak; Birleşik Arap Emirlikleri, ciddi bir silah gücüne sahip. Öyle ki Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin dünyaya ihraç ettiği silahları sadece Arap isyanları, Arap coğrafyasında yaşanan hareketler, dönüşümler zamanında -geçtiğimiz dört, beş yıl içinde- ABD’den satın aldılar. Yani karşımızda güvenliğini ABD’den satın alan bir Körfez var ve İran tehdidi bahse konu bu silah ticareti sürecinin en temel dinamiğini oluşturuyor. Dolayısıyla Arap Baharı sürecine paralel olarak Ortadoğu, çok yüksek oranlarda silahlandı ve bu süreçten ABD, büyük kazançlar sağladı. ABD, bir taraftan müttefiklerinin güvenliğini arttıracak adımlar atıyor, bir taraftan da bundan kazanç elde ediyor. Elbette bu durum bölgesel güvenlik açısından çok büyük bir tehlike arz ediyor. İran gösterilerek silahlandırılan bir Körfez bölgesine karşın nükleer anlaşma süreci ile ABD- İran yakınlaşması da sağlanmış oldu. Birçok uzman bu durumu, yaklaşımı, ABD’nin realist ve pragmatist dış politika anlayışı ile açıklıyor. Bu doğrultuda, ABD’nin daimi dostlukları yoktur. Yine İran dış politikası da araçlarını amaçlarına göre yeniden şekillendirebilen bir anlayışa sahip. Yani bu çerçevede amaca uygun olmadığı düşünülen kuralların meşruiyeti sorgulanır. Rasyonalite ve pragmatizm odaklı bir dış politika yaklaşımı var, İran ve ABD özelinde.

Nükleer anlaşmayı, Türkiye-İran ilişkilerinin seyri bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?
Bölgedeki etkinliklerini arttırmaya çalışan, rekabet halindeki iki komşu ülke; Türkiye ve İran bağlamında bir değerlendirmede bulunursak; jeopolitik konumu itibariyle Türkiye, İran’ın Batı’ya açılan kapısı. Bilindiği gibi İran ile Türkiye ilişkileri zaman zaman söylemlerde çok sertleşebiliyor. Yine 1979 İslam Devrimi’nden sonra da ikili ilişkilerin seyrinde zor zamanlar yaşandı. Ancak büyük resme bakıldığı zaman, bazen gerçekleştirilen mezhepçi konuşmalara rağmen, İran ve Türkiye birbirleri ile ticari partnerlikleri ve turizm, enerji gibi alanlardaki dolaylı/doğrudan etkileşimleri çerçevesinde ele alınmaya çok uygun. Neticede İran üzerindeki ekonomik yaptırımlar, İran’ın ticari ortaklarından Türkiye’yi de olumsuz etkiledi. AB ve ABD’den yaptırım tehdidi geldiği için bankalar İran ile ticarette ödemelere aracılık etmekte isteksiz davranıyordu. Yaptırımlar nedeniyle başta doğalgaz bedeli olmak üzere birçok alandaki ödemeyi dolaylı olarak yapmak zorunda kalan ve akreditif sorunu yaşayan Türkiye, anlaşma süreci sonrasında İran ile daha olumlu bir iktisadi seyre kavuşabilmek için çabalayacaktır. Bu anlamda yaptırımların kaldırılması halinde Türkiye ile İran arasındaki ticari hacmin, iş imkanlarının artmasını bekleyebiliriz. Ayrıca güvenlik konusunda İran’ın nükleer çalışmalarından duyulan kaygı ve belirsizliklere son verilecek olması ve tesislerin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nun denetimine, kontrolüne açılması Türkiye açısından bir diğer olumlu gelişmedir. Suriye meselesine bakacak olursak; Türkiye, Suriye’nin bir bütün olarak kalmasını istiyor. Resmi ve gayrıresmi değerlere göre dünyadaki en fazla mülteciye ev sahipliği yapan NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye, Suriye’deki savaşın bitmesi ve istikrarın sağlanması gerektiğini düşünüyor. Bölünmüş, terör örgütlerinin yuvası olmuş, geleceği çalınmış bir Suriye kesinlikle tercih edilmiyor. Kuzey Irak Kürt Yönetimi bağımsızlığa doğru ilerlemekteyken benzer bir sürecin yakın gelecekte Suriye’nin parçalanması halinde PYD üzerinden gerçekleşmesi ihtimali de Türkiye için kesinlikle istenmiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder