“İstanbul için ‘Burj El Arab’ tarzı bir marka yaratmaya, İstanbul’dan bir Manhattan yaratmaya gerek yok. İstanbul zaten bir dünya markası.”
Kentsel dönüşüm sektörünün ve kentlerdeki modernleşme hamlelerinin kültürel, sosyal ve siyasi geçmişi olan yapıları üzerindeki tahribatını nasıl yorumlarsınız? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Maalesef Türkiye’de modernleşme algısı sorunlu bir algılama. Biz modernleşmeyi sadece görünürde dönüşme olarak algılıyoruz. Şehirlerin yapısını, kentlerin mimari dokusunu Avrupa’da gördüğümüz Batı’nın zengin kapitalist ticaret merkezlerinde gördüğümüz, New York’ta gördüğümüz ya da Dubai’de gördüğümüz binaları inşa ederek modern bir ülke ya da şehir yaratabileceğimizi düşünüyoruz. Bu sorunlu. Oysa gerçek anlamda modern şehir, tarihi dokusuyla tarihi geçmişiyle barışık olan, o mirası da koruyan, mirası gelecek kuşaklara taşıma bilincinde olan, çevre bilincine erişmiş insanların yaşadığı şehirlerdir. Bunu İspanya’ya baktığında görüyorsun. Yol yapılacaksa o yol ağaçlara göre şekillendiriliyor. Ağacı dahi yoldan kaldırmıyorlar ki bırakın tarihi eseri ortadan kaldırsınlar. Türkiye’de 1950’lilerin sonunda ve kendisini muhafazakar olarak tanımlayan siyasal hareketin yaptığını gördüğünüzde şaşırıyorsunuz, İstanbul gibi bir yerde dört tane Mimar Sinan mescidi yıkılmıştır. Bu geçmişle olan sorunlu ve ikiyüzlü ilişkiyi de ortaya koyuyor. Bir şehri inşa ederken onun tarihi dokusuna zarar veremezsiniz. Çünkü o doku sadece bize ait değil, gelecek kuşaklara da miras bırakacağınız, onların da kendilerinden sonraki kuşaklara miras bırakacakları bir kültür varlığı. Sorunun buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Bizim kent planlamamızda tarihi dokuya saygı gösterilmemesi, bu konuda bilenlerin görüşlerinin alınmaması, en basitinden bilginin aşağılanması söz konusu. İstanbul’a Fetih Müzesi diye bir müze yapılıyor, bu konuda Türkiye’nin en önemli bizantologlarından, aynı zamanda Osmanlı sanat tarihi konusunda da önemli çalışmaları olan Semavi Eyice Hoca müzedeki detayların gerçeği yansıtmadığını söylediğinde “Biz bilenlere sorduk.” diyorlar. Hangi bilenlere sordunuz? Semavi Eyice Dünya çapında tanınan bir hocadır ve uluslararası saygınlığı olan bir bilimadamıdır. Herkes kitabına uydurabildiğince şehri dönüştürmeyi sağlıyor. Daha önce derslerde de konuşmuştuk, İstanbul için ‘’Burj El Arab’’ tarzı bir marka yaratmaya, İstanbul’dan bir Manhattan yaratmaya gerek yok. Çünkü İstanbul zaten bir Dünya markası. Roma gibi, Viyana gibi, Saint Pettersburg gibi. Hatta bunlardan da daha önemli sayılabilecek tarihsel mirasları barındıran bir şehir ve bunu kabullenmek, bunu anlamaya çalışmak gerekiyor. Bunu yapmadığınız zaman da işte böyle güdük, zevksiz bir şehir ortaya çıkıyor.
Özellikle 21. Yüzyıl’da her şey çok daha fazla kayıt altına
alınıyor. Yakın zamanda dünyada görülen pek çok toplumsal olay gibi Gezi
Olayları da dünyanın en yoğun kayıt altına alınan toplumsal olaylarından biri oldu.
Bu durumun tarihsel inceleme açısından bir dönüştürücü etkisi olacağına
inanıyor musunuz?
Mutlaka etkisi olacak. Ben doktora tezimi yazarken -bundan on üç sene kadar önce- arşive gittiğimizde malzemeyi görmek için katalogları taramak zorundaydık. Ama günümüzde bu malzemenin çok önemli bir kısmı dijitalize edildi. Daha kolay erişebileceğimiz malzemeler haline dönüştü. Bugün internet ortamına bakıldığında, seneler öncesindeki gibi katalog taraması yapmak yerine sadece anahtar sözcükler girerek yüzlerce, binlerce belgeye ulaşmak mümkün. Hangi tasnifte ve hangi dosyanın içinde olduğu, hangi özellikleri içerdiği ve kapsamı hakkında özetlerle karşılaşabiliriz. Aynı şey görsel malzeme anlamında da çok dönüştürücü sonuçlar doğuracaktır. Biz tarihi çevre derken bunu niye önemsiyoruz? Çünkü tarihi çevre; geçmiş yüzyıllara yönelik olarak bizim kafamızda bir toplum, bir siyasal örgütlenme, kültürel ilişkiler ağının portresini çizmemize yarıyor. Ben Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle ilgili en rahat ve doğru algıladığım yer olarak Süleymaniye ve çevresini görüyorum. O bölgeye bakıldığında 16. yüzyılın en büyük mimarının yapmış olduğu olağanüstü bir abide var ve imparatorluğun ekonomik potansiyeli, sanat ve estetik anlayışın ulaştığı boyutlar, insan gücü… Düşünün ki 1559’da tamamlanırken, burada son döneme yaklaşırken çalışan ustaların sayısı günde 3800’i buluyor. Dünya mimarlık tarihinin en geniş şantiyelerinden birisi ve başlarında en önde gelen mimarlardan birisi var. Bütün bunları orada kafanızda canlandırabiliyorsunuz. Günümüze bakıldığında, bunların dışında bir takım teknolojik gelişmeler de var. Mesela benim yeğenim şu anda Roma dönemini canlandıran bilgisayar oyunları oynuyor. Roma’daki asker tipleri, şehrin yapısı, kent kültürü, yaşayanlar, o dönemki ticaret… Bu dönemde teknolojinin de katkısıyla oluşan görsel bir malzeme var. Önceden bunlar çok kolay ulaşılabilen veriler değilken günümüzde ulaşması kolay veriler artık. Filmler, romanlar ve bunların iyi içeriklileri, özenilerek yapılmış olanları bize olağanüstü bir malzeme sunuyor geçmiş yüzyılları doğru anlamak için.
Bu teknolojik gelişme hali tarihin yazımının objektifliği konusunda geleceğe da iyimser bakmamıza neden olabilir mi ?
Objektif tarihçilik derken bu en baştan tartışılabilir. Ne kadar objektif olunabilir? Tarihçi objektif olabilir mi? Her insanın bir değerler sistemi, bir inanç biçimi ve dünyayı algılama konusunda ona yol gösteren bir takım değerleri var. Bunda hiçbir sorun yok ama tarihçinin ahlaklı olması gerektiğini düşünürüm. Yani gördüğü malzemeyi etik biçimde kullanması onu mesleğine ihanet etmeyecek biçimde değerlendirmesi, hakkını vererek kullanması gerektiğini düşünürüm. Böyle olduğu zaman da bir sorun yok. Elbette her tarihçi olayları kendi bakış açısıyla yorumlar. Ben II. Abdulhamit Dönemi’ni farklı şekilde yorumlarım bir başka hoca farklı yönlerini öne çıkararak yorumlar ve iki farklı portre çıkabilir. Sonuç olarak her ikimizin de bunu yaparken kullandığı bir malzeme var. Olayları algılama biçimimiz olayları kendi ele alış şeklimize göre değişebilir. Ama sonuçta buluşacağımız ortaklıklar da var ve bu ortaklıklarda bir şeyler üretilebiliriz.
Görsel malzemenin ne şekilde kullanılacağı konusu da bana bu açıdan tartışmalı geliyor. Bugün ulaşabildiğimiz görsel malzeme çoğunlukla bunu bize sunan haber ajanslarının bize sunduğu imkanlar dahilinde, o imkanlar kadar ya da bir takım sansürler veya bizzat çarpıtmalarla bize sunulan bilgi stoğu. Örneğin aynı görüntünün üç beş saniye öncesini kesersiniz. Orada saldıran kişi bir öğrenci gözüküyordur; üç beş saniye öncesine bağlarsınız saldırıya karşı kendini savunan bir öğrenci görürsünüz. O yüzden bu tarz malzemeyi kullanırken de çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü gördüğünüz her şey o anda yakaladığınız görüntüyle özdeş olamayabilir ya da zihninizde canlandırdığınız anlama karşılık gelmeyebilir. Ses kaydı, görüntü kaydı mutlaka kritik yapılarak ortaya sunulmalıdır. Elbette ki eldeki görüntüler fikir verebilir. Toplumsal olayların boyutları, coşkusu ya da yarattığı kriz ve bunalım konusunda fikir uyandırabilir. Ama bütünüyle onun üzerinden yola çıkarak tarih yazılabilir mi? Bunun çok da kolay olmadığını düşünüyorum. Sorunsuz bir iş olmadığı açık.
“Türkiye modeline de bakıldığında her gelişmeyi, her
yaşananı kendi tarihsel koşulları içerisinde değerlendirmek gerekiyor.”
Osmanlıda var olan Kapıkulu - İlmiye sınıflarının etkilerinin
bugüne yansıdığını ve siyasi gündemdeki kamplaşmalara ya da rol dağılımlarına
etki ettiğini düşünüyor musunuz?
Hiç şüphe yok ki Osmanlı Mirası politik anlamda da, siyasal kurumların sürekliliği ya da belli konulardaki kırılmalar anlamında da Modern Türkiye’yi şekillendirdi ve günümüz politikasını da şekillendirmeye devam ediyor. Türkiye’de en çok tartışılan mesele; asker- sivil ilişkileri... Roma’dan beri gelen bir emperyal sistem var, imparatorluk sistemi var. Osmanlılar bunun Müslüman temsilcileri. Askeri örgütlenme, bürokratik mekanizma bütün o gördüğü modele göre gerçekleşiyor ve o yüzden de birden bir şeyleri değiştirmek çok da kolay olmuyor. Değiştirmeyi ne kadar istesek de ne kadar iyi niyetli olsak da o kadar kolay olmuyor. Aynı şey kapıkulu ya da ilmiye anlayışında da gözükebilir. Ama tabi şurada dikkatli olmak gerekiyor; her şeyi de Osmanlı’ya bağlamak, son 80-100 yıl içinde yaşanan bütün o modernleşme hareketini fazla hafife almak gibi bir sonuca ve kolaycılığa da çıkabilir. Bunu oryantalistler çok yapıyor. Bugün Ortadoğu’yu anlamak için inceleme yapan Batılı akademik çevreler de bu hataya düşüyor. Sanki Arap dünyasında yüz yıldır hiç bir şey değişmemiş gibi, hala 1916 - 1917 diye başlıyorlar sözlerine. O yüz yıl içerisinde Nasyonalizm gelişti, Arap Sosyalizmi gelişti ve bunlardan farklı birçok toplumsal hareket gelişti. Türkiye modeline de bakıldığında her gelişmeyi, her yaşananı kendi tarihsel koşulları içerisinde değerlendirmek gerekiyor.
“Geçmiş dönemin o sert ayrımları belli anlamda törpülenebiliyor.”
Son yıllarda yaşanan toplumsal olaylarının çoğunun çabuk parlayıp çabuk söndüğünü görüyoruz. Olayların siyasal karşılılıklarını çok fazla yaratamamasının nedeni siyasi olanla toplumsal olan arasındaki uyumsuzluk olabilir mi?
Büyük ihtimal olabilir. Son otuz yıldır tartışılan şey, biliyorsunuz “ideolojilerin sonu mu?” konusu. Artık ideolojinin belli konularda insana yetmediği, yetersiz kaldığı ya da artık sorgulanır olduğu tartışılıyor. Böyle bir boşluk içinde elbette ki toplumsal olaylarda da savrulma yaşanacak. Çünkü otuz kırk sene öncesinin toplumsal hareketlerine, öğrenci hareketlerine bakarken hak verin ya da vermeyin, sempati duyun ya da duymayın bir şeyi daha kolay algılayabiliyorsunuz ya da anlayabiliyoruz. Bugün Gezi Parkı’ndaki gençlerin siyasal tutumlarına baktığımızda bu farklılığı ya da savrulmaları görüyoruz. İçinde anti-kapitalist Müslümanlar da vardı, sosyalist gruplar da vardı, alevi gençler de vardı, başka bir takım siyasi fraksiyonlar da vardı. Çok ilginçtir, benim tanık olduğum bir olaydan bahsedeyim. Türkiye’nin önde gelen özel üniversitelerinden birinin bir öğrencisi dedi ki: “Benim yaptığım bu şey hiç de politik değil. Umurumda da değil politika. Ben gerçekten buradaki ağaçlar için üzüldüm. O yüzden geldim. On gün sonra da Bodrum’a tatile gideceğim.” Şimdi bakıyorsun ki çok başka dünyalara ait çocuklar… Bunun tabi olumlu tarafları da var. Çünkü gerçekten de farklı değerler sistemlerine ait insanlar bir hedef için de mücadele edebiliyorlar. Geçmiş dönemin o sert ayrımları belli anlamda törpülenebiliyor. Ama tabi olumsuz yanları da çok…
Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 08.10.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder