21 Ocak 2014 Salı

Gezi Olayları Özel Röportajları 6 - Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu


“Gezi olaylarındaki kutuplaşma Türkiye’deki geleneksel kimlik siyasetinin fay hatlarına denk düştü. Hatta toplumda bu fay hatları paralelindeki kutuplaşmayı sıkılaştırdı, sertleştirdi. Oysa Türkiye’nin emek, sosyal haklar, iş güvencesi, taşeronluk gibi konularda kutuplaşmaya ihtiyacı var.”
Gezi olaylarının Türkiye’nin demokrasi tarihi için, bir kırılma, bir başlangıç olduğu ya da en azından siyasi ve toplumsal hayatta kalıcı etkiler bırakacağı görüşlerine katılır mısınız?

Bu soruya hem evet hem de hayır cevabı vermek mümkün. Evet, çünkü sokaktan siyasetin marjinal gruplar değil de sıradan insanlar eliyle yapıldığında ne kadar etkili olabileceği görüldü. Bu farkındalığın Türkiye’de siyasetin işleyişine önemli etkileri olacağını düşünüyorum. Artık hiç kimse, en azından yakın vadede, Gezi Parkı’ndan tek bir ağaç bile sökemeyecektir. Ancak henüz olayların başındayken meselenin sadece Gezi Parkı olmadığının söylenmesi, hükümeti düşürme heyecanına kapılma halleri ve çeşitli grupların sözlü ve fiziki şiddete meyyal davranışları yüzünden olaylar çok farklı bir bağlama taşındı. Diğer taraftan sorunuza hayır cevabı da verilebilir. Çünkü Gezi olaylarındaki kutuplaşma Türkiye’deki geleneksel kimlik siyasetinin fay hatlarına denk düştü. Hatta toplumda bu fay hatları paralelindeki kutuplaşmayı sıkılaştırdı, sertleştirdi. Oysa Türkiye’nin emek, sosyal haklar, iş güvencesi, taşeronluk gibi konularda kutuplaşmaya ihtiyacı var.

Gezi olaylarıyla ilgili daha çok gündeme gelen çoğulcu-çoğunlukçu demokrasi tartışmasıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Demokrasi en nihayetinde serbest ve adil seçim yoluyla iktidarın belirlenmesi ve yine aynı yolla iktidarın el değiştirmesidir. Bu çerçeveye giren her rejim demokrasidir. Bunun ötesindeki tartışmaları anlamlı bulmuyorum. Demokrasinin önüne gelen sıfatlar o kadar fazla ki bir siyaset bilimci olarak ben takip edemiyorum açıkçası. Öte yandan, demokratik veya değil, her siyasi iktidarın gücü belli araçlarla ve kurumlarla sınırlanmalı ve keyfiliği giderilmeli elbette.

“Ak Parti, Gezi olayını alışık oladuğu bir noktaya çekmeyi başardı.”
Gezi olayları ve birlikte gelişen süreçte başta iktidar olmak üzere ülkedeki temel siyasi aktörlerin pozisyon alma ve süreci değerlendirme biçimlerini nasıl yorumlarsınız?

Geleneksel siyasi aktörlerin iyi anladıkları bir süreç değildi. İktidardan başlayalım. Öncelikle iktidar Gezi olaylarına çok hazırlıksız yakalandı, hazırlıksızlığı ölçüde bocaladı, kendi içinde çelişkiye düştü. İkincisi ve daha önemlisi, Ak Parti şimdiye kadarki siyasi krizlerde hep müesses nizamın baskısı altında olan taraftı, mağdurdu. Gezi’de ise Ak Parti ilk defa mağdur olan değil, mağdur eden taraf konumuna düştü. Bu konumdayken kendisini savunmak zorunda kaldı. Alışık olduğu bir durum değildi bu, dolayısıyla bocalama derecesi arttı. Ancak Ak Parti, Gezi olayını alışık olduğu bir noktaya çekmeyi başardı diyebilirim. Mesela, uluslararası bir komplonun mağduru olduğunu iddia etti, faiz lobisinden bahsetti. Veya Geziciler ve Gezici olmayanları yaşam tarzları ve kimlikler üzerinden bölmeyi tercih etti. Böylece kendi seçmen tabanını hem genişletmeyi hem de sıkılaştırmayı hedefledi. Yani Gezi olaylarına sebep olan dinamikleri veya Gezici gençlerin taleplerini anlamaya çalışmaktansa kendi seçmen tabanına mesaj göndermeyi tercih etti. Seçimlerin yaklaştığı bir dönemde kendisine seçimleri kazandıracak bir şekilde krizi yönettiğini söyleyebiliriz aslında. Bu durumda gayet rasyonel davrandı bile denilebilir.

Muhalefete gelince… Onlar da Ak Parti’nin krizi yönetme mantığına malzeme verdiler aslında. CHP zaten bu malzemeyi vermede gayet yetenekli. Aslında bu da onun işine geliyor, çünkü söz konusu denklemde kendisini %20-30 bandında tutma garantisine sahip. CHP aslında Gezi olaylarını 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri ile karıştırdı. Evet, her iki hadisede de katılımcıların profili benzerdi, kentsoylu orta sınıflar büyük oranda temel aktördü ve bunların Ak Parti ile ilgili asıl derdi hayat tarzı rahatsızlığı veya tahammülsüzlüğüydü. Ama Gezi’de 2007’deki gibi organize, örgütlü bir kitle yoktu. Tersine örgütsüz, lidersiz, spontane bir hareketlenme söz konusuydu. Bu hareketlenmeye katılan birkaç grubu çok anlamlı buluyorum. İlki elbette Gezi Parkı’nın kaldırılıp bir AVM’ye dönüştürülmesine karşı olan, orada nöbet tutan insanlar. Olayları tetikleyen bu insanların çadırlarına sabaha karşı baskın düzenlenmesiydi. İkincisi, Ak Partili olmayan dindarlar. Onlar da ciddi anlamda ezber bozdular diyebiliriz. Sonuncusu ise siyaseti umursamayan ama gözlerini açtıklarından beri Başbakan’ı gören, uzunca bir süre daha göreceklerini düşünen ve haklı olarak tüm dünya hızla değişirken bu durağanlığa isyan eden gençler. CHP’nin de Gezi eylemlerine katılan kentli orta sınıfların da bunları pek iyi anlayamadıklarını düşünüyorum. Anlayamadıkları ölçüde de Ak Parti’ye malzeme veriyorlar. Ayrıca kentli orta sınıfların boş vakitlerinin çoğunu AVM’lerde geçirdiği düşünüldüğünde iş daha da bir ilginçleşiyor.

“Siyasi iktidarlar dünyayı kavrayışları anlamında toplumun gerisinde kaldıklarında toplumdan gelen meydan okumalarla karşılaşırlar.”
Gezi direnişinin Türkiye’de İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahaleye karşı seküler bir başkaldırı olduğuna dair hem batılı kaynaklarda hem Türkiye’deki çeşitli kaynaklarda pek çok yorum görüyorum. Sizce Gezi olayları böyle bir nitelik yansıttı mı?

Bu soruya bir önceki sorunuzda biraz cevap verdim aslında. Evet, böyle bir niteliği vardı, ama bundan ibaret değildi. Ancak “İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahale” kaygısını gerçek bir kaygı olarak görmüyorum. Ürktüğünüz şey bazen sizin kurgunuz olabilir. Türkiye’de Ak Parti’nin temsil ettiği hayat tarzına tahammül edemeyen insanlar var elbette ve bu insanların Ak Parti’yi 10 yıldır iktidarda görmesi ve bu iktidarın yakın zamanda değişeceğine dair de bir umudu olmaması kendileri açısından travmatik bir durum. Bu travma çok anlaşılırdır. Öyle görünüyor ki Ak Parti bu travmayı taze tutmayı siyasi bir strateji olarak benimsemiş durumda. Ancak bu durum çok fazla sürdürülebilir olmayabilir.
Son dönemlerde dünya üzerinde farklı farklı coğrafyalarda hatırı sayılacak pek çok toplumsal olay ve büyük çaplı protesto gerçekleşti. Birçoğunun ortak noktası ise çabuk parlayıp aynı çabuklukta sönmesiydi. Bunun bu yüzyılda toplumsal ile siyasal arasında bir senkronizasyon eksikliğine işaret ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bu senkronizasyon eksikliği çok normaldir ve her zaman olmuştur. Tam senkronizasyonun olduğu hallere faşizm diyoruz zaten. Siyasal olan, sosyal olanı idare edebildiği, yönetebildiği ölçüde iktidardır. Siyasi iktidarlar dünyayı kavrayışları anlamında toplumun gerisinde kaldıklarında toplumdan gelen meydan okumalarla karşılaşırlar. Son dönemde olan toplumsal hareketlenmelerin ivmesini çabuk kaybetmelerinin önemli bir sebebi lidersiz ve örgütsüz olmaları aslında. Ancak bu onların etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Bir birikimin patlaması bunlar ve siyasete etkileri mutlaka olacaktır. En azından geleneksel siyasetin yakın gelecekte tabanını yitireceği belli olmuştur.


Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler... 10.10.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder