Özgenur Aktan
Sayın Merve Özdemirkıran, öncelikle
röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için
kendinizden ve çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
bölümü mezunuyum. Lisans derecemi aldıktan sonra da hemen Fransa'ya gittim.
Ortadoğu'ya meraklıydım ve Ortadoğu çalışmaları için de en iyi adres Sciences
PO Paris'te (Paris Siyasal Araştırmalar Enstitüsü'nde) Gilles Kepel'in
kürsüsüydü. Dolayısıyla master için oraya gittim. Bu süreçte Gilles Kepel ile
birlikte Türkiye'nin Irak politikasını çalıştım. Sonrasında yine aynı kurumda
doktoraya başladım. Doktora çalışmamı Profesör Riva Kastoryano ile tamamladım.
Kendisi büyük ölçüde transnasyonel aktörlerin, ulus ötesi aktörlerin, siyasete
etkisi üzerine çalışıyor. Ayrıca geçmişte de göç, diaspora ve diaspora oluşum
süreci alanları üzerine çalışmalar yürütmüş bir isim, Riva Kastoryano. Ben de
özellikle dış politika yapım sürecinde transnasyonel aktörler ile ilgilendiğim için kendisi ile çalıştım. Doktora tezim Kuzey
Irak'a yatırım yapan Türk iş adamları üzerineydi. Yani devlet dışı, ulus ötesi,
transnasyonel aktörler olarak bu iş
adamlarının; Kuzey Irak'taki devletleşme (state building, devlet inşası)
sürecine ve Türk dış politikasına nasıl etkide bulunduklarını inceledim.
Bilindiği gibi Ortadoğu'da bir Kürt devletinin kurulması Türk dış politikası açısından
problemliydi, hassas bir konuydu. Bu doğrultuda Türk dış politikası için Kuzey
Irak, bir tabuydu. Ancak Irak Savaşı sonrasında bu devlet fiilen kuruldu ve
böylece birtakım de facto ilişkiler gelişmeye başladı. Bu durum Türk dış
politikasını da doğrudan etkiledi. Dolayısıyla doktora tezimde; Türk iş adamlarının
faaliyetlerinin, dış politika yapım sürecini nasıl etkilediğine yer verdim ve
bir de üçüncü boyut olarak bütün bu ilişkilerin; Kürt sorununa nasıl yansıdığını
ve Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne hem ekonomik anlamda hem de bölgesel kalkınma anlamında nasıl bir
etkisi olduğunu inceledim. Yani böyle üç boyutlu bir doktora çalışmasıydı. Bu
bağlamda çalışma alanımın esas, ana damarı; dış politikadaki ulus ötesi, devlet
dışı, ekonomik aktörlerin dış politika yapım sürecine ve devletler arası
ilişkilere nasıl tesir ettikleridir. Türk dış politikası, özel olarak ilgilendiğim
bir alandır. Ayrıca göç konusu da yine ilgilendiğim bir alan. Türkiye'ye
döndükten sonra göç olgusu üzerine çalıştım. Özellikle Yardımcı Doçent Doktor
H. Deniz Genç ile -kendisi şu anda Medipol Üniversitesi'nde çalışıyor- bu
konuda bir çalışma yürüttük. Yaklaşık bir yıl süren araştırma sürecinde, İstanbul'daki
muhtarlarla birebir görüşme yaparak -tümüne telefonla ulaştık, bir kısmıyla
mülakatlar yaptık- İstanbullular'ın Suriyeli algısını kalitatif yöntemler ile ölçmeye çalıştık. Yani yerel ölçekte, İstanbullular
Suriyeliler'in gelişini nasıl algılıyor sorusunu, mahalleli ile iç içe olduklarını
düşündüğümüz muhtarlar aracılığıyla ele aldık. Dolayısıyla uluslararası göç,
özellikle o göçün bir dış politika sonucunda nasıl yansıdığı gibi konular da
çalışma alanlarım arasında yer alıyor.
Suriye'nin siyasal ve ekonomik
portresini, Arap Baharı öncesi ve sonrası ana başlıklarında diğer Arap ülkeleri
ile karşılaştırarak değerlendirebilir misiniz?
Suriye meselesi ilk etapta, bütün o Arap
ülkelerindeki farklı ayaklanmaların bir devamı niteliğinde değerlendirildi.
Ancak Suriye çok da o sınıfa sokamayacağımız, biraz atipik kalan bir ülke.
Nitekim bunu görmüş de olduk. Yani Esad halen düşmedi. Beş yıldır devam eden iç
savaş sürecinde çok ciddi insan hakları ihlalleri yaşandı. Karşımızda bölgesel
dengelerin ortadan kalktığı bir yapı var. Ama bölgedeki dengelerin ortadan
kalkması, Suriye savaşı ile ilgili değil. Bu hikaye 2003'e ;yani Irak Savaşı'nın
başlangıcına dayanıyor, bana sorarsanız. Şimdi bölgenin genel bir resmini
çizelim: Levant bölgesini, özellikle Maşrek dediğimiz Ortadoğu bölgesini -Mısır,
Irak ve Suriye'yi- ve tabii biraz da Mağrib'e yani Kuzey Afrika'ya doğru giden
bölgeyi -bütün geniş Ortadoğu'yu- düşünecek olursak; burada Soğuk Savaş
liderlerinin halen hüküm sürdüğü bir yapı vardı. Saddam da bir Soğuk Savaş
dönemi lideriydi, ürünüydü. Hüsnü Mübarek ve kısmen
Tunus'taki Zeynel Abidin Bin Ali de Soğuk Savaş dönemi ürünlerindendi. Dolayısıyla
artık Soğuk Savaş konjonktürünün ürünü olan birtakım liderler, otoriter
ve iyice toplum içerisine sinmiş iç korporatist politikalarla -ekonomi politiğin
son derece manipüle edildiği, yolsuzluğa dayalı yapılar
içerisinde- varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Yani siyasal ve ekonomik
sistemi büyük ölçüde ellerinde tutan, gerektiğinde manipüle eden siyasal gruplar ve bunların liderleri vardı. Yapı buydu.
Genel olarak dünyadaki değişim; bu
liderlerin artık çok da işlemeyeceğini, Batı'nın bu liderler ile kurduğu
ittifakların yavaş yavaş çökmeye başlayacağını işaret ediyordu. Uluslararası
ilişkilere çok makro bakan birisi değilim. Sadece devletleri ön plana çıkaran
realist anlayışı benimsemiyorum.
Belirttiğim gibi transnasyonel aktörleri önemsiyorum. Transnasyonalizm, temel
olarak kullandığım bir teorik çerçeve ve ülkelerin sosyolojisinin de önemli
olduğu kanaatindeyim. Bu doğrultuda bahse konu bu ülkelerde de sosyal dönüşümler
yaşanmaya başladı. Toplumda özellikle ekonomik anlamda ciddi rahatsızlıklar
vardı. Tunus bu anlamda çok önemli bir örnektir. Nitekim Tunus'ta ciddi birtakım
sendikal hareketler oluşmuştu. Mısır'daki el-Kifaye hareketi ile birlikte genel
olarak soldan gelen dönüşümler yaşanmaktaydı. Tüm bunların odak noktası,
siyasal otoriterlikten ziyade toplumun giderek yoksullaşması ve yolsuzluk,
klientalizm gibi nedenlerden ötürü ekonomik varlığın sadece belli grupların
elinde toplanmasıydı. Yani halkın fakirleşmesinin neticesinde toplumsal rahatsızlık
ve dinamizm mevcuttu, bu ülkelerde. İş, Irak'ta başladı. Tabii Irak'ta bahse
konu bu toplumsallık ve dönüşüm ne kadar vardı? Bu tartışılabilir. Zira
Irak'taki en önemli toplumsal dinamizm o manada Kürt meselesiydi. Çünkü zaten
1991 yılından beri izole bir vaziyette yaşıyorlardı. Ancak yine Irak'ın
ekonomik yapısına baktığımız zaman kroni-kapitalizm ya da state capitalism dediğimiz;
devletin elinde olan, büyük ölçüde devletçiliğe dayanan, bir taraftan da
yolsuzluğa ve klientalizme çok açık bir iktisadi düzen görebiliriz. Bu düzen
büyük ölçekte Saddam ve Baas partisinin hakimiyeti altındaydı. Yani Irak'ta da
Kürt meselesine ilaveten iktisadi anlamda benzer, tipik sorunlar mevcuttu.
Özetle ortak zeminde sosyo-ekonomik bir temel yer alıyordu. Bu durum Suriye
için de geçerlidir. Ancak Suriye özelinde, az önce belirttiğimiz bu ekonomik
yozlaşma ve fakirleşme durumu görece olarak -Mısır ya da Tunus ile kıyasladığımızda-
daha iyi bir seviyedeydi. Bir parça daha ekonomik dağılım dengeliydi. Toplumun
refahı biraz daha ilerdeydi. Özellikle Türkiye ve Lübnan ile yapılan serbest
ticaret anlaşmaları, Antep ve Halep gibi kardeş kentler arasındaki anlaşmalar
ile desteklenen bir ekonomik yapısı vardı, Suriye'nin. Dolayısıyla Suriye
nispeten daha iyi bir durumdaydı. Toplumsal olarak da Irak'taki gibi büyük bir
gerilim yoktu. Bilindiği gibi Irak'ta bir Kürt meselesi var. Burada 1991'den
beri de facto olarak ayrı duran bir yapı mevcut ve 2003 yılı sonrasında da bu
yapı üzerinden yeni bir anayasa kuruldu. Suriye'deki durum böyle değildi. Tabii
Suriye'nin de bir Kürt gerçeği var. Onlar da Esad rejimi tarafından ciddi
şekilde dışlanmışlardı. Ayrıca Müslüman Kardeşler ekolüne bağlı, siyasal İslam
üzerine kurulu birtakım siyasal partiler ve oluşumlar da mevcuttu ve bunlar da
büyük baskı altındaydılar. Dolayısıyla baskıcı bir rejim olduğu aşikar. Bu,
reddedilemez. Ancak şöyle bir gerçek var ki toplumsal dinamiklerin hazır olması
ve devletin zayıflaması bakımından Suriye, diğer ayaklanmaların çıktığı ve
nihayete erdiği Arap ülkeleri ile kıyaslandığında daha güçlü bir merkezi devlet
yapısına sahip bir ülkeydi. Bu doğrultuda, Esad halen düşmedi. Daha doğrusu,
zamanla da görmüş olduk ki aslında ortada sadece Esad'a bağlı bir sorun yokmuş.
Suriye ile beraber iyice her şey görünür hale geldi, ayyuka çıktı. Birçok devlet kavgasını, mücadelesini Suriye üzerinden sürdürmeye
başladı. Ama Ortadoğu'daki transformasyonu, büyük dönüşümü başlatan olay bana
göre 2003 Irak Savaşı'dır. Arap Baharı da bunun devamındadır. Yani Arap Baharı
bir sebep değildir, sonuçtur.
Irak Savaşı, IŞİD'in ortaya çıkışı
sürecinde de önemli bir neden. Bu durumu ABD ekseninde açıklayabilir misiniz?
Irak Savaşı, IŞİD'in ortaya çıkması ve
güç kazanması noktasında doğrudan bir neden. İşgal ile birlikte Irak devleti
çökünce, ABD ciddi bir hesaplama hatası yaparak burada çok önemli bir yapıyı
başıboş bıraktı. ABD kendilerine, Saddam'ın ordusuna ne olacağı sorusunu
vaktinde sormadı ve Saddam'ın ordusu dağıldığı zaman savaşma kabiliyetine,
bilgisine sahip yaklaşık 450.000 kişi ortada kaldı. Bu kişilerin birçoğu bugün
IŞİD içerisinde. Yani IŞİD'in askeri anlamda nasıl bu kadar "başarılı"
olabildiği sorusunun cevabı da başıboş kalmış Saddam askerleri gerçeğinde yatıyor.
Zaten Fransa'dan, Almanya'dan ve daha birçok yerden gelen genç cihatçı çocuklar
nasıl savaşsınlar? Bu mümkün değil ;çünkü bu kişilerin askeri eğitimleri yok.
Bu bağlamda görüyoruz ki bu kişiler en fazla intihar bombacısı olabiliyor ya da
endoktrinasyon sürecine yardımcı oluyorlar. Bir de tabii Maliki döneminin
Irak'taki hataları da önemli bir etken. Birtakım Sünni gruplar ezildiklerini, dışlandıklarını
hissetmeye başladılar ki zaten sayısal olarak da azınlıktalar. Saddam yönetimi
bir azınlık yönetimiydi ve Şiiler de bu dışlanma durumunu tecrübe etmişlerdi.
Bu doğrultuda IŞİD'in nasıl toplumsal destek sağladığı konusu, mezhep çatışması
ekseninde de değerlendirilebilir.
Proxy war kavramının Suriye'deki
işlerliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Proxy war, Soğuk Savaş döneminin bir kavramıdır.
Özetle başat güçler birbirleri ile savaşmazlar -Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet
Rusya ve ABD örneğinde olduğu gibi- çünkü böylesi bir savaş çok maliyetlidir.
Bu yüzden alt sistemlerdeki savaşlara dolaylı destek verilmesi ya da kısmen
asker gönderilmesi yoluyla; hesaplaşmalarını o coğrafya üzerinden yürütmeyi
tercih ederler. Bu anlamda Suriye bir kilit noktası haline geldi. Bu Mısır'da
olmadı ve Irak Savaşı'nda daha farklı bir şekilde seyretti ;ama birtakım
güçlerin karşı karşıya geldiği bir savaş olmadı. Birçok devlet Irak Savaşı'na
karşı çıkmış olsa da Saddam'ın devrilmesi konusuna mutabık kaldılar, doğrudan
Saddam'ı korumaya yönelik bir hamle gerçekleştirmediler. Bölge devletleri de
yine aynı şekilde böyle bir tavır izlediler. Sadece biraz daha İslam üzerinden
-yani Müslüman bir ülkeye saldırılması üzerinden- tartışmalar yaşandı. Ayrıca
kamu oyları üzerinden de bir tartışma oldu. Kamu oyları, devletlerin savaşa doğrudan
dahil olmalarının önüne geçti. Ancak görece bir mutabakat var görünüyordu,
neticede. Suriye'ye bakacak olursak şunu kabul etmemiz gerekir; bir Soğuk Savaş
bağlamında değiliz ama ABD ve Rusya çekişmesi tekrar ortaya çıktı. Bu çekişme
sadece Ortadoğu'ya özel de değil. Bu rekabeti Asya'da da görebiliriz.
Suriye iç savaşındaki cepheler ile
proxy war kavramı arasındaki korelasyonu nasıl yorumluyorsunuz?
Başta Esad güçleri ve bir muhalifler
grubu vardı. Sanki rejim ve rejime karşı olan ya da rejimin ezdiği, sindirdiği
gruplar arasında bir çatışma varmış gibi görünüyordu. Tıpkı Tunus'taki, Mısır'daki
gibi. Ama gördük ki Suriye'deki iş öyle değil. Zaten ivedilikle çözüme ulaşılamamasının
en önemli sebebi de bu oldu. Hiç unutmam, Paris'ten Ortadoğu üzerine çalışan
bir sınıf arkadaşım -diplomat oldu kendisi, Fransız diplomasisinde çalışıyor ve
özellikle Filistin meselesi konusunda uzman- 2011 yılında daha krizin başında,
bana; Suriye ile ilgili sürekli toplantı yaptıklarını belirtmişti ve bu işin
aynı Filistin meselesine, İsrail-Filistin sorununa benzeyeceğini söylemişti.
Gerçekten de Filistin'deki duruma benzer bir şekilde Suriye meselesi de başta
çok konuşuldu ama bu kadar toplantıya rağmen sorun çözüme ulaştırılamadı. Öte
yandan hepimiz aslında şu gerçeği gördük ki muhalefet bir blok olamadı. İşte
proxy war olgusuna zemin hazırlayan durum da bu. Yani muhalefetin içerisinde çok fazla aktör var ve bu
aktörlerin birbirleri ile bırakın ittifak yapmayı, konuşacak durumda bile olmadıklarını
gördük. Nitekim zaten bu gerçek su yüzüne çıktı. PYD kendi yapısı içerisinde
ilerledi, Özgür Suriye Ordusu kendi yapısı içerisinde ilerledi. Sonra daha
radikal İslamcılar ortaya çıktı, bunlar IŞİD ile birleştiler. IŞİD tek başına
bir aktör oldu. Sol gruplar vardı, onlar zaten ilk ezilip giden gruplar
oldular. Dolayısıyla gördük ki Esad, Esad güçleri ve bir dolu muhalif mevcut.
Ayrıca onların kendi silahlı örgütleri ya da silahlı olmayan yapıları var. Bu
noktada her ülke, muhalifler üzerinden kendine bir konum belirledi. Bazı
ülkeler için bu süreç stratejik olarak iyi yürüdü, bazıları için iyi yürümedi.
Ancak neticede ülkeler, Suriye üzerindeki farklı aktörler üzerinden verdikleri
destekle kendilerine bir konum belirlemiş oldular. Burada, muhalefetin bu kadar
çok parçalı ve birbirinden kopuk olmasının belirleyici faktör olduğunu
söyleyebiliriz.
Kürtler için özerklik isteyen ve seküler
bir yapıyı tercih eden PYD'yi değerlendirecek olursak; PYD, Suriye'de giderek
güçlenmekte olan önemli bir güç. Fakat kimsenin hoşuna gitmeyecek siyasal
birtakım uygulamalara da başvuruyor. Kantonlaşma, yerinden yönetim, yerinden
demokrasi gibi bu yöntemler Ortadoğu'nun florasına çok uygun değil. Bu sebepten
sınırlı bir desteğe sahip. IŞİD'e müdahale ettiği zaman biraz ABD'den destek
alabiliyor. Tabii sonra hemen çekiliyor, o yardımlar. Dolayısıyla PYD'nin
siyasi yapısı ve ürettiği siyasi sonuçlar ne bölge ülkeleri tarafından ne de
başat güçler tarafından destekleniyor. Bu doğrultuda PYD'nin çok dönüştürücü
bir aktör olacağını düşünmüyorum. Çünkü büyümek, genişlemek için ittifak
içerisine girmeniz gerekir. Kuzey Irak bu anlamda daha doğru ilişkiler
geliştirebiliyor. İzlediği dengeli siyasete ilaveten iyi bir güvenlik
mekanizmasına da sahip. Peşmerge güçleri fiziksel olarak bölgeyi kontrollü bir
şekilde çevreleyebiliyor. Türkiye'nin şu anda en sağlıklı ilişki kurduğu
komşusu; Kuzey Irak.
ABD yönetiminin Esad'a bakış açısını
ele alabilir misiniz?
Bunun için ABD dış politikasına
odaklanmamız gerek. Örneğin Bush yönetiminin bir yaklaşımı vardı ve Irak Savaşı
bu yaklaşımın bir sonucuydu. Belki Obama böyle bir savaşa asla girmeyecekti.
Çünkü Obama yönetiminin çok realist bir dış politika anlayışını izlediğini,
Amerika'nın sınırlarının bilincinde ve farkında olduğunu, kolay kolay Amerikan
askerlerini ve Amerikan kaynaklarını Ortadoğu'ya ya da başka bir bölgeye
kanalize etmek istemediğini görüyoruz. Obama; Kahire konuşmasını yapıyor, İsrail-Filistin
konusunda birtakım sözler veriyor ve bu nedenle Nobel Barış Ödülü'nü alıyor.
Obama hiçbir zaman Amerikan askerlerini doğrudan bir çatışmanın içerisine
göndermek istemiyor. Burada artık şöyle bir farkındalık gelişmiş: Amerika'nın
-gücünün- sınırları belli. Evet, ABD'nin bir hegemon olarak sorumluluğu var
;ama bu sorumluluğu yerine getirebilmesi için yeteri kadar gücü var mı? Obama
bu soruyu kendisine soran bir lider. Tabii bir demokrat olarak belli temel kavramlara
özen gösteriyor olması da önemli bir etken. Ancak yine de esas mesele realist dış
politika anlayışına dayanmaktadır. Bush'unki ise daha farklı. Bush daha
mesiyanik diyebileceğimiz bir dış politika anlayışına sahipti. Bush'un Amerikan
değerlerini empoze etmek gibi bir yaklaşımı vardı. Öte taraftan Amerika'nın
gücünün, bu preventive war -önleyici savaş- ile yükselebileceğine yönelik bir
inancı da vardı. Dolayısıyla Amerika'daki yönetimin değişmesi; Ortadoğu'ya bakış
ve Ortadoğu'daki ittifakların şekillenmesi açısından bir değişiklik yarattı.
Şimdi iki dönemdir Obama var ve biz bütün Arap Baharı sürecini Obama ile yaşadık.
Obama geldikten sonra Amerikan askerleri hem Irak'tan hem de Afganistan'dan
kademeli olarak çekildi. Ayrıca Ortadoğu'da az önce de bahsetmiş olduğumuz bir
dönüşüm yaşanırken Amerika doğrudan müdahil olmak istemedi. Ancak Amerika halen
süper güç, hegemon. Dolayısıyla dünya kamuoyunca beklenilen bir sorumluluğu da
var. Özellikle IŞİD meselesinden sonra dünya kamuoyu bunu ciddi şekilde
beklemeye başladı.
IŞİD, Irak kökenli ama Suriye bağlamında
ortaya çıkmış bir yapı ve hem Irak'ı hem de Suriye'yi tehdit ediyor. Zamanla
görmüş olduk ki bu tehdit artık bütün bölge için geçerli. Bu durum hem bölge
devletlerinin hem de o iç travmaları, dönüşümleri yaşayan Suriye ve Irak gibi
kaosun doğrudan geliştiği ülkelerin, Amerika'ya çağrı yapmasına sebebiyet
veriyor. Dolayısıyla ABD'nin, Esad'a yönelik tanımlanabilir, elle tutulabilir,
net bir anlayışı var ve ABD, bu anlayış doğrultusunda hareket ediyor; demek
bence çok güç. Ancak Türkiye için böyle bir değerlendirmede bulunulabilir. Zira
Türkiye'nin Esad'a yönelik belli bir politikası var ve bunun adı daha savaşın
ikinci ayında konuldu. Türkiye açıkça Esad'ın devrilmesini istediğini belirtti
ve bu politikasından da vazgeçmedi. ABD böyle bir şey yapmadı. ABD Esad'ın
devrilmesinin iyi olabileceğini, niyetin bu yönde olmasının olumlu sonuçlar doğurabileceğini
ve Esad'ın otoriter rejiminin bölgedeki insan haklarına ciddi ölçekte zarar
verdiğini belirtti, yani tavsiyeler üzerinden ilerledi. Ama çok net bir dış
politika anlayışı belirlemedi. Bu da rasyonel bir tutumdur. ABD yönetim anlayışına
göre rasyonel olan devletler dış politikada kazanır. Dolayısıyla Amerika
-sorunun çözümü için öncelikli ve gerekli görüyorsa- bugün Esad ile de masaya
oturabilir, görüşebilir. Yani ben ABD'nin Esad konusunda daha esnek bir yaklaşımı
benimsediğini düşünüyorum.
Obama'nın Esad'a yönelik sert bir tavır
benimsemesi çok normal. (Obama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu görüşmelerinde, Esad için masum çocukları katleden bir tiran ifadesini kullanmıştı.) Obama'nın daha ilkesel bir duruş izlemesi gerçekten doğal bir
durum. Zira bunu yapmazsa bir şeyleri yitirir. Yani Nobel Barış Ödülü'nü almış,
Amerika'daki birtakım dönüşümleri başlatmış birisi olarak Obama bir sembol.
Fakat yine de Obama, rasyonalitesinden ve elini ateşe sokmama direncinden asla
vazgeçmedi. Bu tarz yaklaşımlar biraz da dünya kamuoyunu rahatlatma, Amerika'nın
insan hakları ihlalleri ve otoriter rejimler konusunda ne düşündüğünün altını
çizme ve aynı zamanda rasyonellikten vazgeçilmemesi gerektiği konusunda bir
denge arayışı olarak görülebilir, yorumlanabilir.
Türkiye'nin Suriye'ye yönelik
politikasını Rusya ve İran bağlamında değerlendirebilir misiniz?
İran bilindiği gibi Esad'ı destekleyen
bir politika içerisinde ve bu çizgiyi tutarlı bir şekilde sürdürüyor. Bu tutarlılık
hali Esad karşıtlığı bağlamında Türkiye'de de mevcut. Bu politikalar iyi, kötü
olarak eleştirilebilir ;ama sonuçta belli bir çizgi belirlendi ve İran bu
çizgiyi sürdürmeye devam etti, ediyor. Bu anlamda Rusya ile bir ittifak
içerisine girdi. Rusya'nın meselesi, bize hep söylendiği gibi, sıcak denizlere
inmek. Zaten bu sebepten ötürü Suriye yönetimi destek görüyor. Yani sevgi ve
arkadaşlık duyguları üzerinden belirlenmemiştir bu yaklaşım, mesele bu noktada
sıcak denizlere inme odaklıdır ve Rusya, Esad'ı bölgede güçlü bir aktör olarak
görür. Ancak İran-Rusya ittifakı, nükleer anlaşma sürecinde Esad meselesinde
olduğu kadar güçlü değildi. Çünkü nükleer anlaşma konusunda bir rekabet söz
konusudur ve çıkarlar çatışabilir. Yani bu doğrultuda Rusya'nın akılcı bir
politika izlediğini belirtebiliriz. Bir de nükleer anlaşma özelindeki sürece baktığımızda İran’ın
kesinlikle iyi gittiğini söyleyebiliriz. İran Ortadoğu’da kendini sivrilten bir
ülke, Batı ile olan sorunlarını da aşıyor, ciddi bir toplumsal dönüşüm yaşıyor.
Yani İslam Devrimi’nin özellikle bazı kesimler üzerinde yarattığı olumsuz
etkiler giderek iyileşmeye başlıyor. Toplumsal barışına yönelik gelişmeler de
yaşanıyor. Kapalı kapılar ardında belki ama İran toplumu müthiş bir dönüşüm
içinde. Resmin büyüğüne baktığımız zaman İran’ın kısmen izole olarak kısmen Batı
ile ilişkilerini güçlendirerek, ABD ile arasını düzelterek, nükleer anlaşmayla
kendisini toparlayarak çok kavga etmeden; ama duruşunu da fazla sarsmadan iyi
bir seyirde olduğunu düşünüyorum.
Rusya ve İran'ın Suriye konusunda çok
köşeli bir politikaları var. Çin bu anlamda daha dengeli bir yaklaşımla ve
ekonomik çıkarlarını da gözeterek hareket ediyor. Çin kendisini çok fazla ön
plana çıkarmadan rakip olan bir güç, neticede. Tabii kendisini rakip olarak
hissettirmeye de devam ediyor. Suriye, Çin için rakip olduğunu hissettirebileceği
uygun bir zemin.
Türkiye ve İran kolay kolay birbileri ile
çatışabilecek ülkeler değil. Yani ticaret ve enerji doğrultusunda
etkileşimleri, ilişkileri var. Türkiye ve İran arasındaki güç dengesi bölgesel
istikrar üzerinde çok etkili. Bu anlamda Türkiye; İran ile ve İran; Türkiye ile
kesinlikle gerilmemelidir.
IŞİD ile mücadelede Esad'ın kullanılabileceği
değerlendirmesi ise yeni bir mesele. Yani sonuçta IŞİD, savaşın en başından
beri var olan bir konu değil. Amerika'nın Esad'a tekrar sıcak bakması, Avrupa'nın;
masaya Esad'ın da oturabileceğini belirtmesi gibi gelişmelerin en temel sebebi
IŞİD sorunu. Dikkat edilirse Türkiye de artık Esad konusunda eskisi kadar sert,
katı söylemlerde bulunmuyor. Çünkü uluslararası kamuoyunun topyekun halde, Esad
ile masaya oturulabilir fikrine sıcak bakmaya başlaması Türkiye'yi izole ediyor.
Türkiye için çok tehlikeli bir şeydir izole olmak. Özellikle sınırında böylesi
bir savaşın var olduğu, milyonlarca mültecinin geçiş rotası üzerinde yer alan
ve yine milyonlarca mültecinin kaldığı NATO üyesi bir ülkenin güvenlik sorunlarını
tek başına halledebiliyor olması mucize olur. Türkiye, cumhuriyet kurulduğundan
beri hiçbir zaman mezhepçi, etnik bir politika izlemedi. Bu konuda dış politika
yapıcılar çok titiz davrandılar. Türkiye mezhepçi, etnik öğeler içeren dış
politikadan Ortadoğu özelinde hep uzak durdu. Çünkü Ortadoğu bu konuda adeta
kaynayan bir kazan. Çok fazla etnisite var, mezhep var. Bunların herhangi
birine herhangi bir nedenden dolayı doğrudan, açıktan, yüksek sesle destek
verdiğiniz takdirde, o girdabın içine siz de girmiş olursunuz. Dolaylı desteği
her ülke verir, devletler arası ilişkilerde bu normaldir. Ama Suriye örneğindeki
gibi bir başka ülkedeki muhalefete destek vermek, bu desteği yüksek sesle ifade
etmek şeklindeki politika Türk dış politikasında AKP yönetimine kadar hiç olmadı.
Ancak bugünkü hükümet de ortaya çıkan sonuçların olumsuzluğunun farkında. Dolayısıyla
Esad özelinde söyleme yönelik yaşanan farklılık, bu durumla da ilgili. Demek
istediğim; Türkiye'nin Esad'a yönelik politikası değişmedi, sadece bunu dile
getirme şekli yumuşamış oldu. Zaten Esad karşıtlığının mezhepçilik üzerinden
yapılması durumunda İran'ı da karşınıza alırsınız ve İran karşınıza alamayacağınız
kadar güçlü, riskli bir devlet. Yani İran'ı doğrudan karşınıza almak, bölgede
mezhepçi bir politika belirlemek; çok ciddi bir taraf olmak demektir. Tabii
Türkiye o yapının lideri de olamaz ;çünkü laik, AB'ye aday, Batı'nın müttefiki
olan NATO üyesi bir ülkedir, Türkiye. Dolayısıyla böylesi bir yaklaşım akılcı
olmaz. Türkiye de bundan dönüyor gibi bir izlenim veriyor.
Türkiye mülteciler konusunda önemli adımlar attı.
Ancak yine de bu insanların bir yaşam alanına kavuşturulabilmeleri, istihdam
edilebilmeleri, eğitim ve sağlık süreçleri gibi çeşitli konularda ciddi
problemler yaşanıyor. Öyle ki bu sebepten Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçilmesi
seçeneğine başvuruluyor. Sizce bu noktada Avrupa’nın mülteciler konusundaki
yaklaşımı, politikası ne kadar yapıcı?
Her ülkenin kendi kapasitesi, koşulları var.
Türkiye’ye 2,5 milyon insan geldi, artık bu insanlar buraya sığamıyor. Bundan
sonrasını artık taşımıyor, Türkiye. Çünkü şöyle bir gerçek var ki bir Suriyeli
geldiği zaman; gidiyor, bir başka Suriyeliyi buluyor -akrabası ya da köylüsü-
ve göç dediğimiz olgu da zaten böylece işlemiş oluyor. Yani göç; ahbaplık,
hemşerilik üzerinden işler. İş meselesinde de artık dediğim gibi bir boşluk
kalmadı. İş vardıysa bile artık yok, kalmadı. Devlet yardım ediyordu; ama artık
bu yardımlar da tükendi. Sonuçta Türkiye’nin de sınırları belli. Dolayısıyla bu
insanlar; burada yaşayamayacaksam devam edeceğim, diyor ve ölümü göze alarak da
devam ediyor. Bir de Türkiye artık açık kapı politikasını
uygulayamıyor. Zaten bu politikanın artık uygulanamaması da çok
normal. 2,5 milyon insandan bahsediyoruz. Yani Türkiye’nin demografisi değişti.
Aslında artık bu göç bile değil, Türkiye’nin demografisini değiştirecek oranda
güçlü bir toplumsal dönüşüm. Bu doğrultuda bunu sindirebilmek, yönetebilmek ve
bu sürece adapte olabilmek, kendi vatandaşınızı ikna edebilmek, bu insanlara
istihdam ve sağlık hizmeti sağlayabilmek inanılmaz büyük bir mesuliyettir.
Tabii gelen insanlar da bu durumun farkına varıyorlar ve devam etmek
istiyorlar. Avrupa bu konuda son derece ikiyüzlü bir politika izliyor. Yani
olacak şey değil. Kotalar koyuyorlar. Ama bu bir insanlık sorunu ve 2,5 milyon
insanı almış bir ülke var karşımızda. Tabii başta Türkiye
yardım kabul etmedi, orda Türkiye’nin hatası vardı. Türkiye zannetti ki iki ay
sonra bu savaş bitecek, biz de bu
insanları geri göndereceğiz ve anlı şanlı bir refugee policy uygulayacağız.
Ancak bu gerçekleşmedi, yani beş yıl oldu. Zaten bu insanların önemli bir çoğunluğu
Türkiye’de kalacak, geri dönmeyecekler. Bu çok açık. Saha çalışması yaptığınızda
da bunu görüyorsunuz. Ayrıca bu insanlar geriye dönseler bile ne bulacaklar, o belli
değil. Avrupa’nın kota koyması bir noktaya kadar anlaşılabilir, sonuçta
kapasitesini belirliyor. Ama bir tarafta da bu insanlara ne olacağı sorusu var.
Buna kolektif bir çözüm sunulması gerekiyor. Yani neyi bekleyeceğiz; Akdeniz’de
ölüp tükenmelerini mi? Dünyanın en büyük yüzen mezarını yapınca mı bir sonuca
ulaşılacak? Bu konuda ciddi adımların atılması gerekiyor. Ayrıca Avrupa’da göç
karşıtlığı da güçlü bir konumda. Bu da birçok siyasetçinin karar almasını
engelliyor. Tabii bir de gelenler Müslümanlar, yani bunun da adını koymak lazım.
Açıklama bile geldi; Hristiyan mülteci gelsin, şeklinde. Bütün bunları Avrupa
liderlerinin ağzından duyuyoruz. Bunun adı ayrımcılık ve 2.
Dünya Savaşı’ndan sonra kendini yeniden kurmuş, bir barış projesi olarak ortaya
çıkmış bir yapının ağzından bu açıklamaları duymak çok ciddi hayal kırıklığı yaratıyor, insanın Batı uygarlığına duyduğu ümit
bakımından.
Körfez ülkelerinin Suriyeli
mültecilere karşı yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz? Mültecilerin sorunlarının
çözüme kavuşturulabilmeleri noktasında siyasal, toplumsal aktörler ne tür adımlar
atmalı?
Körfez ülkeleri bağlamında Esad karşıtlığı
meselesi var. Ayrıca kendi mezhepsel yapılarını düşünerek de hareket ediyorlar.
Körfez ülkeleri izole olup duruma çok fazla karışmama isteğinde. Suriyelileri
kabul eden bölge ülkeleri arasında Lübnan ve Ürdün var, dolayısıyla bu
ülkelerde Suriye meselesi ciddi şekilde hissediliyor. Körfez ülkeleri
kendilerini bu durumdan soyutlamış, uzakta tutabilmiş gibi bir görüntü veriyor.
Tabii coğrafi olarak uzaklıkları da kendilerini
bu meseleden soyutlayabilmelerinde etkili. Yani bir mültecinin ister
istemez o can havliyle ilk gittiği yer, komşu ülkedir. Suriye'nin komşuları da
belli. Bu doğrultuda Körfez ülkeleri biraz bu durumdan da faydalanmakta. Körfez
ülkelerinin neredeyse tüm ekonomik varlıkları petrol üzerine kurulu. Öyle ki dış
politika yaklaşımları da petrollerini satabilmeleri odaklı işliyor. Bu
sebepten, Suriye meselesine doğrudan dahil olunması gibi bir durumu tercih
etmiyorlar. Petrol sattıkları ülkelerin ekonomik, siyasal durumlarına bakıp
kendilerine ona göre bir konum belirlemeye çalışıyorlar. Mülteci sorununun çözümü konusuna dönecek olursak; esasında
Guardian, Independent gibi gazetelerde; neden hiç kimsenin mülteciler hususunda
ABD'den bahsetmemekte olduğu yönünde yazılar çıktı. Gerçekten de mülteciler
meselesinde ABD'nin bir şekilde es geçildiğini görebiliriz. Yani bütün bu
dönüşüm 2003 yılında başlamıştı. Bu çerçevede ABD'nin neden mülteci almadığı
sorusu da coğrafi olarak uzak kalmanın sağladığı avantaj ile ilgili.
Tek başına mülteci sorununa yönelik bir
çözüm arandığından emin değilim. G20 zirvesinde bu konunun ele alınması
bekleniyor, tabii. Türkiye gerçekten bu konuda çok şey yaptı, belki kendi
güvenliği açısından biraz fazla şey yaptı. Türkiye'nin Suriye konusundaki
stratejisi savaşın biteceği üzerine kuruluydu. Burada bir yanılgı oldu,
hesaplama hatası yapıldı. Türkiye kendi güvenliği açısından gerçekten ciddi
riskler aldı. Yani sınırın açık olması,
sınırdan sadece mültecilerin değil birtakım militanların geçmiş olması,
geçtikten sonra eğitim, ekonomik sorunlar ve toplumsal dışlanmışlık şeklinde sıralayabileceğimiz
nedenlere bağlı olarak radikalleşmeleri, Türkiye'nin bir göç yolu haline
gelmesi ve bu durumun Avrupa Birliği ile ilişkileri sarsması -Yunanistan
krizinde bütün fatura Türkiye'ye kesilmişti- gibi gelişmeler Türkiye açısından
çok önemli sorunlar arasında ve Türkiye'nin artık bu yükünü paylaşması
gerekiyor. Bu konuda Türkiye'ye G20'de çok şey düşüyor. Sadece Avrupa
ülkelerine değil, aynı zamanda Körfez ülkelerine de uluslararası baskı yapılması
yoluna gidilebilir. Ancak Suriye'deki savaş bitmediği müddetçe bu sorun
çözülemeyecektir. Dahası savaş bitse bile yeniden yapılandırma, rekonstrüksiyon, rehabilitasyon gibi çalışmaların yapılması gerekecektir ve bu
insanların ne kadarı Suriye'ye geri döner, bu da tartışmalı bir konudur. Yani
geri dönmeyen, kalan insanların nasıl entegre edilecekleri de önemli bir
mesele. Dolayısıyla tüm seçenekler kendi içlerinde birçok soruya gebe ve Avrupa
bu sorulardan korktuğu için mültecilere şüpheli yaklaşıyor. Ayrıca Avrupa'da aşırı
sağ müthiş bir tırmanışta. Fransa'da yüzde 20'leri geçtiler hatta. Bir de halen
çözülmemiş bir ekonomik kriz meselesi de var. Ekonomik kriz meselesinin toplum
nezdinde yarattığı algı da mültecilere yönelik olumsuz bakış açısını
besleyebiliyor. Nitekim savaşın bitmesi şu anki gidişata göre çok zor, çözümsüz
görünüyor. Esad'ın ve diğer birçok -uluslararası toplumun kabul edebileceği-
aktörün bir araya gelmesi gerekiyor. Diğer bir seçenek olarak uluslararası
müdahale belirtilebilir. Artık bu savaşın ya kolektif müdahaleyle -NATO ya da
BM müdalesiyle- ya da aktörlerin bir araya getirilmeleri ile sonlanabileceğine
odaklanılmalı. Bahse konu BM müdahalesi çerçevesinde bir değerlendirmede
bulunacaksak; Çin'e ve Rusya'ya odaklanmamız gerekir. Zira eğer uluslararası
müdahale Esad'ı devirmek üzerine kurgulanacaksa Çin ve Rusya buna izin vermez.
Ama uluslararası müdahale doğrudan Esad hedef alınmadan; belki birtakım muhalif
güçlerin ve Esad'ın devreye sokulduğu ya
da IŞİD'in doğrudan hedef alındığı bir şekilde planlanırsa kolektif bir BM
müdahalesi mümkün olabilir. Ancak yine bu da gerçekleşmesi kolay bir seçenek değil.
Sonuç olarak ne yazık ki Suriye meselesi çözümsüz bir görünüm arz ediyor.
IŞİD faktörü bu noktada ortak bir zemin
oluşturmaya daha müsait. Belki de Suriye meselesinin çözümü oradan gelecek. İnsanlar
kendi güvenlikleri için daha radikal bir oluşuma karşı daha kolay bir araya
gelebilir.
*Bu röportaj 7 Kasım 2015 tarihinde yapıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder