Merve Nur Bayraktar
“Ben öyle bilirim ki yaşamak berrak bir gökyüzünde çocuklar uğruna savaşmaktır.”*
"İnsanları öldüren insanları öldürüyoruz, çünkü öldürmek yanlıştır." |
Zulüm, Arapça bir kelime olup karanlık anlamına gelmektedir.
Türk Dil Kurumu’nun açıklamasına göre de “Güçlü bir kimsenin yasaya veya
vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıyım.” olarak
tanımlanıyor. Ne yazık ki zulüm artık karanlıkta değil. Gündüz gözüyle
gerçekleşiyor. Hem de bizim gözümüzün önünde. Fazla uzağa gitmeye gerek yok.
Suriye var yanı başımızda. Kapanmamış bir olayda haklı haksız davasına
düşmeyeceğim. Peki, yirmi beş dakikada bir kişinin öldüğü bir ülkede bütün
maktuller suçlu olabilir
mi?
Bu grafiti fotoğrafı Suriye’ye dair ‘Acı Çeken Çimenler (the
Suffering Grasses)’ adlı belgeselin tanıtımında kullanıldı. Belgeseli Gazze
yolunda 9 kişinin öldürüldüğü Mavi Marmara gemisinin yolcularından biri, Kore
asıllı aktivist ve film yapımcısı Iara Lee çekti. Nisan ayında Türkiye’ye gelip
Suriyeli sığınmacılar ve Özgür Suriye Ordusu mensuplarıyla görüşerek yaptığı
çalışma henüz burada gösterilmedi. Ama Mayıs’ta tanıtım amacıyla kaleme aldığı
yazısındaki karamsar tablo hâlâ güncel. Şiddetin şiddeti tetiklediği, ölümler
arttıkça kin ve intikam hislerinin güçlendiği, kampların keskinleştiği bir ülke
tasviri Iara Lee’ninki; ‘Rejimin de istediği gibi, mezhepsel, dini, siyasi,
ekonomik ve etnik ayrımlar, gittikçe derinleşiyor. İç savaş hali yerleşiyor.’ 5
ay sonra sınırın bu tarafında da can alan bu savaşın, kimse nerede ne zaman
nasıl biteceğini öngöremiyor. Ölümler hızla artarken, Beşar Esad ise şiddetten
adeta beslenerek 19 aydır yerinde duruyor. Belki tam da bu yüzden, Iara Lee’nin
5 ay önce de dile getirdiği şiddet içermeyen araçlara her zamankinden çok
ihtiyaç olabilir.
[Işın Eliçin, 7 Ekim, Yeni Şafak]
Hiroşima’da atom bombasının atılmasının ardından 140. 000
kişi hayatını kaybetti.(1945)
Ruanda soykırımında 800.000 Tutsi can verdi.(1994)
Srebrenitsa katliamında 9.000 kayıp(1995)… "Korkmanıza gerek yok, kimseye zarar
verilmeyecek." 12 Temmuz 1995'te Sırp güçleri, bir gün önce savaş
mültecileri için güvenli bölge ilan edilmiş, Hollandalı BM Barış Gücü
askerlerinin koruması altındaki Srebrenitsa'yı kuşatma altına aldığında, Sırp
Ordusu Generali Ratko Mladiç, kameralar önünde bir yandan Srebrenitsalı bir
çocuğun başını okşarken karşısında toplanan on binlerce korku dolu Bosnalı
Müslüman'a bu şekilde seslenmekteydi.
Hitler, Nazi kamplarında en az 6 milyon Yahudi’yi sistemli
bir şekilde katletti.
Saddam Hüseyin’in emriyle Halepçe’ye atılan zehirli gaz
bombaları 200 kişinin canını aldı. Araştırma sonuçlarına göre bölgede
gerçekleşen özürlü doğum oranı Hiroşima ve Nagazaki’nin en az dört katı. (1988)
Peki ya bu fotoğrafın ödül almasına ne demeli?
Etrafta kaçışan çocuklar Filistinli. Direksiyonda ise “Elad”
başkanı David Be’er var. Çocuklar tarafından taşlandığını söyleyen Be’er
kontrolünü yitirip kazayla çocuklara çarptığını söylüyor. Eyvallah. Peki, bu
fotoğraf neden ödül alır? Gazeteci Ilia Yefimovich, 2010 senesinde Fransız
Haber Ajansı için yakalamış bu kareyi. 2011’de de Bölgesel Tanıklık olarak
çevirebileceğimiz “Local Testimony” adlı serginin en iyi fotoğrafı seçilir!
Peki, neden hala Tel Aviv’deki Eretz İsrail Müzesi’nde sergileniyor? Hayretim
büyük.
Kayıp oranları yürek burkan cinsten. Tarihlerine bakıyoruz,
içler acısı. Irak, Filistin, Dersim… Saymakla
bitecek gibi değil. Üstelik tüm bunlar gerçekleşeli on yıldan az bir zaman
olmuş. Yani insan hakları hakkında artık yazılıp çizilecek bir şey kalmamışken.
Soykırımların failleri insan hakları savunuculuğu yaparken. Yani bizler bilgi
çağındayken. Mağarada canavarın olmadığını anlayan insanoğlunun canavara
dönüştüğü zaman dilimindeyiz. Elma(s) diyorsun dünyanın bir ucundan sömürge
devlet çıkıyor. Petrol diyorsun başka biri. Bürokratların kavgaları neden
halklara mal olur? Üstelik katliamlar öylesine organize bir biçimde
gerçekleşiyor ki bu sistemin ardından bir devlet yöneticisinin çıkmasına hiç
şaşırmıyoruz. Martin Niemöller demek istediğimi anlatmış benden evvel:
"önce Yahudiler için geldiler,
sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim.
Sonra komünistler için geldiler,
sesimi çıkarmadım çünkü komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım
...sonra benim için geldiler
kimse sesini çıkaramadı...
Çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı."
Gittiğiniz son cenazeyi hatırlayın. Ortamdaki acıyı yeniden
hissetmeye çalışın. Bu sadece bir kişi için oluyordu. Bu ıstırabın kat be kat
ve günlerce yaşandığı koca bir ülkeyi hayal etmek korkunç değil mi? Biz ne
yapıyoruz peki? Atalet tohumundan bitmiş meyve gibi akşam haberlerinde
hüzünlenmekten başka? Dünyanın bu halini Fernando Meirelles’in Körlük
filmindeki duruma benzetiyorum. Teker teker kör olan bir şehir halkı karantinaya
alınır. Elleri kolları bağlanmış durumda olan bu insanlar için çaresizlik hem
silah hem de yara haline gelir. Birbirlerinin kadınlarına, mallarına,
yiyeceklerine el koyarlar. Artık yaşanmaz hale gelen karantinadan kaçıp şehre
dönerler. Gözleri açılmaya başlar. Ne var ki insanlıktan mahrum kalan şehir artık
çöplüğe dönmüştür… Her şey ortada. Peki
ya biz gözlerimizin açılması için neyi bekliyoruz?
Yaşamak… Bir orman gibi kardeşçesine** değil miydi? Zulüm
karanlık madem ve kılıçtan keskin kalem. Ne duruyoruz? Buyurun aydınlanmaya!
*İsmet Özel/Sevgilim Hayat
**Nazım Hikmet Ran/ Davet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder