Sevinç Ödül PATIR
Bilgisayarla, internetle, bilgisayar oyunlarıyla az çok haşır
neşir olan herkes bilir. The Sims. Nam-ı diğer tanrıcılık oyunu. Bir simülasyon
oyunu olarak Sims tüm dünyayı senelerdir kasıp kavurmuştur. Açıkçası artık
oyunu oynamaya başladığım günleri hatırlayamıyorum. Küçük bir anı var sadece
aklımda: o da; oyunun ilk eklenti paketinin çıkacağını bir bilgisayar
dergisinde görüp hevesle beklemem ve onu alması için abime para vermem. O’nun
da oyunu alıp; getirip yüklemesi ama benden önce oynaması…
The Sims farklıydı. Oyunda bir insan ya da bir aile
yaratabilirdiniz. Arka arkaya çıkan eklenti paketleriyle evcil hayvanınız oldu,
tatile gidebildiniz, kartopu savaşı yapabildiniz, süper star olabildiniz, yeri
geldi süper star şehrinde Avril Lavigne, Marilyn Monroe gibi ünlülerle
karşılaştınız, kariyer sahibi ya da çocuk sahibi oldunuz, hatta farklı bir
dünya kapısı açarak sihirler, büyüler yapabildiğiniz bir hayatınız oldu. Bir
ev, bir iş, belki bir havuz ya da sadece bir basket potası, iskeletten bir
hizmetçi, ya da pizza servisi… Kısacası normal hayatınızda olmasını istediğiniz
ya da olabilecek bir sürü şeye sahiptiniz.
Oyun çok sevildi. Devamı geldi. The Sims 2. O dönemdeki
bilgisayarımın eski olmasından dolayı oyunu pek fazla oynayabildim diyemem. Ama
daha farklı ve merak uyandırıcıydı. 3 boyutluydu. Artık tüm şehri
görebilirdiniz. Komşularınızın evlerine gidebilirdiniz. Bebekler birden bire
beşikten insan formuna geçmeyip yerde emekleyebilirlerdi gibi pek çok ayrıntı
eklenmişti. Ama en önemli ayrıntı insanları kendinizin yaratabilmesiydi. Belli
başlı insan suratlarından birini seçme zorunluluğunun aksine artık istediğiniz
şekilde ve biçimde insanları suratlarını, kilolarını, saç şekillerini, göz
renklerini her şeylerine karar verebilirdiniz. İşte bu artık oyunun tamamen
fenomen olmasını sağladı bana sorarsanız.
Yaratmak!
Elimize kalem alıp saçma sapan bir şeyler karaladığımızda
bile bir şey yaratmış olma hissine kapılıyorken; düşünün ki bütün genetiğini
ayarlayabildiğiniz, karakterini belirleyebildiğiniz, istediğinizde yemek yiyen,
istediğinizde uyuyan, isterseniz tatile çıkan, isterseniz farklı ülkelere gidip
maceradan maceraya koşan, belki sevgili Pat Benatar’ın dediği gibi bir
heartbreaker olan belki de hayalet avcısı olup oradan oraya savrulan, iş
yerlerine ortak olup oturduğu yerden para kazanabilecekken bir taraftan da
dedektiflik yapan insanlar var. Kontrol tamamen sizin elinizde… Hayalinizdeki
evi yaratıp içinde yaşayabilirsiniz. At besleyebilirsiniz. Unicorn (tek
boynuzlu at) bulabilirsiniz. Her şey sizin elinizde…
Düşünebiliyor musunuz? Her şeyin sizin elinizde olduğu bir
dünya… İnsanın ölmesinden, yaşamasından, mutluluğundan, mutsuzluğundan,
şişmanlığından, yoksulluğundan tamamen sorumlu olduğunuz bir dünya! Böyle bir
oyunu oynarken kim kendini tanrı gibi hissetmez ki? Ve sonra oyunu kapattığı
anda yaşamaya çalışması gerektiğini fark edince bir insan neden o oyunu
bıraksın ki? Bir tarafta en güçlüyken diğer tarafta belki de bizler birisinin Sims
karakteriyizdir.
Kendimi bildim bileli bu oyunu oynamayı seviyorum. Kendimi
bildim bileli bu oyunu oynuyorum. Ama kendimi bildim bileli şunu da
düşünüyorum: ya bende birinin, birilerinin, bilgisayarı içindeki bir Sims
karakteriysem. Ya tek bir tuşa tıklayarak beni yönetebilen birisi varsa ve
sürekli oturup beni izliyor ve eğleniyorsa?
Siz bu soruya ne cevap verirsiniz bilmem ama ben içten içe
bunun doğruluğundan korkuyorum.
The Sims karakterleriyle, insanoğlunun arasındaki fark elbette “akıl”. Onları bizim yönettiğimiz doğru, fakat bizi yöneten kimse yok. Elimizde bir rehberle, kafamızda bir beyinle kendi yolumuzu kendimiz çiziyoruz. Daha şanslıyız sanırım onlara göre :)
YanıtlaSilBirilerinin oyunundan ziyade. Tanrının kurgusu, Adem ile havvanın rüyasından ibaretiz. Oyundan, Matrixten öte bir şey, aklımızın eremeyeceği kadar. Gerçek dünya yaşadığın değil sonrasında gideceğindir.
YanıtlaSil